B. Russell; Anlamlı ve Doğru Olan
Ne olduğunu anlayabilmemiz için dili, önce, ele alınabilecek olağan bir nesne durumuna indirgemeliyiz. Anlamsal bağıntılarını göz önüne almadan, sözleri, önce duyulur dünyada ortaya çıktıkları durumda inceliyoruz.
Duyulur dünyada, konuşulan sözler, dinlenen sözler, yazılan sözler ve okunan sözler olmak üzere dört çeşit söz vardır. Başta özdeksel şeylere sağduyusal bir görüş ile yaklaşmaktan zarar gelmez, çünkü sağduyusal sözler ile anlatılmış olanları, sonradan, bir felsefesel dile çevirebiliriz.
El ile yazılmış veya basılmış olabilecek yazılan ve okunan sözleri, özdeksel şeyler (Neurath’ın dediği gibi, mürekkep yığınları) gibi görerek aynı şeye indirgeyebiliriz. Yazmak ve okumak arasında çok ayrım vardır, ama bu konuda söylenmesi gereken şeylerin hemen hepsi, konuşmak ve dinlemek arasındaki ayrım için de anlatılabilir.
Belirli bir söz, diyelim ki “köpek” sözü çeşitli yerlerdeki insan bireylerinin söyleyebileceği, dinleyebileceği, yazabileceği veya okuyabileceği bir şeydir. Biri bu sözü söylediğinde olana “sözel anlatım”, bir kişinin bir sözü dinlediğinde olana “sözel dinlenen”, el ile yazılmış veya basılı bir sözün oluşturduğu fiziksel olaya ise “sözel olay” diyoruz.
Sözel anlatımların, dinlenenlerin ve sözel olayların, öbür sesler ve olaylardan ruhbilimsel özelleri, belirli bir amaç için oluşturulmaları ve anlam taşımaları ile ayrıldıkları apaçıktır. Ama şu sırada, bu özelleri, olanak olduğunca, bir yana bırakarak sözlerin durumunu yalnızca duyulur dünyanın bir parçası olmaları bakımından araştırmak istiyoruz.
Köpek sözü bir ve yalnız bir şey, bir kendinde şey (antite) değildir. Zıplamanın bedensel devinimlerin bir sınıfı, yürümenin de bunların başka bir sınıfı olması gibi, seslendirilen söz de dilin, gırtlağın ve nefes borusunun benzer devinimlerinin bir sınıfıdır.
Köpeğin bir tümel olması gibi sözel köpek de bir tümeldir. İki kez söylediğimizde aynı köpek seslemesini yaptığımızı sanırız; aslında, iki köpek gördüğümüzde köpek türünün iki örneğini görmemiz gibi, belirli bir türün iki örneğini söyleriz.
Köpek ile sözel köpeğin mantıksal durumları arasında bir ayrım yoktur. İkisi de geneldir ve bunların, yalnızca, örnekleri gerçekten vardır. Köpeğin dört ayaklıların belirli bir sınıfı olması gibi köpek sözü de söylenen sözlerin belirli bir sınıfıdır. Sözel dinlenen ve yazılan için de aynı açıklamalar geçerlidir.
Bir sözün tek bir şeyi karşılar olarak alındığı durumda, çok sayıda köpek olmasına karşın köpek sözünün hepsi için kullanılabilir olması, dikkatli olunmadığında, köpek sözünün bütün köpeklerde bulunan köpek ideasını karşıladığı savlanan Platon’cu görüşü onaylamaya götürebilir. Ama duyulur dünyada birbirine benzeyen bazı dört ayaklılar için kullanılabilen, birbirine benzeyen seslemeler bulunur.
Köpeği sözel anlatım olarak tanımlamaya çalıştığımızda, bu, anlaşılmak için konuşulduğu göz önüne alınmadan yapılamaz. Bazı kişiler “chien” der, ama biz “köpek” sözünün anlamını biliriz. Bir alman ise “dok” demeye eğilimlidir ve bir ingiliz Almanca bir söz içinde bunu duyduğunda “dog” sözünün bir örneğinin seslendirildiğinin ayrımına varır. Ama aynı seslemeyi yapan bir ingiliz “dock (rıhtım)” sözcüğünün bir örneğini söylüyor olabilir.
Bir sözün bir örneğini belirlemek için bir iyi konuşma eğitmeninin ve bir hattatın ortaya koyduğu bir ölçünlü (standart) sesleme ve görünüş gerekli olsa da, yeterli değildir ve zorunlu ölçüne benzeme düzeyi kesin olarak belirlenemez. Köpek sözel anlatımı, yaşambilimsel köpek ailesi benzeri, bir ailedir; saptanmamış ara durumların bulunması gerekir.
Belirli bir sözü (örneğin “köpek” sözünü) bir şey olarak ele aldığımızda, hepsi birbirine benzeyen bazı gerçek şeyler için kullanılabilen, hepsi birbirine benzeyen bazı gerçek seslerden söz ediyoruz demektir. Bu sesler arasında bazı belirsiz durumlar olabilir. Bu neden ile incelemede basılı söz yeğlenir.
Görme duyusundan yoksun olmayan bir kişiye, mürekkebi solmuş, dökülmüş olmadıkça, belirli bir yerde basılı “köpek” sözü belirsiz gelmez. Baskı, aslında, sınıflandırma isteğimizi karşılamak için bulgulanmış bir zanaatın ürünüdür.
A harfinin iki örneği birbirine benzer; bunların ikisi de B harfinin bir örneğinden çok ayrımlıdır. Beyaz kâğıt üzerine koyu renk mürekkep ile basılıp harflerin iyice görülmesi sağlanıyor. Böylece kâğıt, birbirinden ayırt edilebilen ve kolayca sınıflandırılabilen nesneler ile donatılarak mantıkçının üzerinde çalışabileceği bir duruma getiriliyor.
Konuşulan, dinlenen veya yazılan sözler öbür bedensel devinimler sesler ya da olaylar sınıflarından anlamlı olmak bakımından ayrılır. Birçok sözün, yalnızca, uygun bir söz bağlamında anlamı vardır; “göre”, “veya”, “ama” gibi sözler bağımsız olamaz; anlamı açıklamaya bunlar ile başlayamayız; çünkü bu sözler başka sözleri gerektirir.
Bir çocuğun ilk öğrendiği bütün sözler de içinde olmak üzere, özel adlar, tanınan hayvanların tür adları, renk adları gibi, tek başlarına kullanılabilen sözler vardır. “Olay sözleri” dediğimiz bunlar olay dilini oluşturur. Anlamları olan örneklerin tanınması yolu ile öğrenilmiş (veya öğrenilebilir) olmaları, başka sözleri gerektirmemeleri ve her birinin bir tümce olabilmesi bu sözlerin özellerindendir.
“Yangın” diye bağırabilirsiniz, ama “göre” diye bağırmanın bir anlamı yoktur. Anlamlının açıklamasının, başka sözlere gereksinmesi olmayan sözler ile başlaması gerektiği açık, çünkü anlamlı olanların da, doğru olanlar gibi, dildekine koşut, bir aşamalı düzeni vardır.
Sözler ile anlatıda, dilekte, buyrukta bulunulur ama olay sözlerinin en ilksel kullanımı tanıyıcı kullanımdır; bir tilki görüldüğünde “tilki” demek gibi. Yoklamada belirli bir kişinin orada olup olmadığının öğrenilmesi amacı ile bir özel adın söylenmesi sözlerin başka bir ilksel kullanımıdır. Ama bu, tam olarak ilksel bir kullanım değil çünkü bir olay sözü o söz söylendiğinde olaydurumunun karşıda bulunması ile öğrenilmelidir. Betimlemeler ve tanımlar yolu ile sözlerin anlamını öğrenmek için önceden bir dil bilmek zorunludur.
Bir dili bilmek o dilin sözlerini şeylere uygun olarak kullanmak veya dinlenen sözlere uygun eylemlerde bulunmak olduğu açık; ama konuşanın sözünün ne anlama geldiğini açıklaması da gerekebilir. Birçok olay sözünün ne anlama geldiğini açıklamak, geneleme dışında, olanaksızdır.
Kırmızı sözünü açıklamanın tek yolu kırmızı bir şeyi göstermektir. Bir çocuk dinlediği kırmızı sözünü, dinlenen söz ile kırmızı renk arasında bir çağrışım kurduğunda anlar. Bir çocuk konuşulan kırmızı sözüne eğer kırmızı bir şeyin ayrımına vardığında hemen “kırmızı…” diyebilecek bir içgüdüsü oluşmuş ise ancak egemen olmuş demektir.
Olay sözlerinin başlangıçtaki öğrenimi, dilde ustalaşıldıktan sonraki kullanımdan ayrımlıdır. Erişkinlerin yaşamında buyruk kipinden her konuşma bir istek belirtir. Konuşma yalnızca bir bildiri olduğunda, “… yı öğren” isteği ile başlar. Bildiğimiz çok şey vardır ama bunların bazılarını bildiririz. Bildirdiklerimiz dinleyenin de bilmesini istediklerimizdir. Bir kayan yıldız gördüğümüzde yanımızdaki kişiye “bak!” derken, bu sözün, yanımızdaki kişinin de onu görmesini sağlayacağını umarız.
Erişkin yaşamında, bir söz, yalnızca, sözün gösterdiği şeyin duyumsanması nedeni ile değil, dinleyicinin o konuda bir davranışta bulunması isteği için de kullanılır. Konuşmayı öğrenmekte olan bir çocukta ve hatta daha yaşlı kişilerde durum, her zaman, böyle olmaz çünkü ilginç olaylar karşısında sözler istemeden ağızdan dökülür. Öldüğüne, yanlış olarak, inandığınız bir arkadaşınız ansızın karşınıza çıksa, büyük olasılık ile sizi dinleyen kimse olmasa da, adını haykırırdınız.
Bir sözün anlamında üç ruhsal öge bulunuyor: Birincisi bu sözü söyleten çevresel nedenlerdir. İkinci öge söylenen sözün söylenme amacı ile ilgili dinleyende oluşan ruhsal etkilerdir. Konuşanın dinleyen üzerinde oluşmasını umduğu etkiler ise ruhsal ögelerin sonuncusudur.
Konuşulan söz, bazı ayrıksı durumlar dışında, genel olarak, bir kişinin, başka bir kişinin veya kişilerin, konuşanın istediği eylemde bulunması amacı ile çıkardığı seslerden oluşuyor; ama asıl olan konuşmanın bildiri ve savlama özelidir.
Konuşulan söz dinlendiğinde, bu, konuşanın algıladığı ama dinleyenin algılamadığı veya konuşanın anımsadığı bir çevresel duruma uygun düşecek bir eylemde bulunulmasına neden olabilir. Örneğin, evinizden gece karanlığında ayrılan bir konuğa yol gösterirken “dikkat! İki basamak ineceksin” diyebilirsiniz. Bu söz, onun, basamakları görseydi yapacağı eylemi yapmasını sağlayabilir.
Konuşanın amacı, her zaman, bir olayı olduğu gibi anlatmak değildir; aldatmaya yönelik bir konuşma da yapabilir. “Dil bize düşüncelerimizi gizleyebilmemiz için verilmiştir”. Dolayısı ile dili olayları anlatmak için bir araç olarak gördüğümüzde, dilsel anlatımın konuşanın bazı isteklerini örtebildiğini de varsaymalıyız. Dil ile olaylar oldukları gibi anlatılabiliyor olabilir; ama onun ile yanlışlar da anlatılabiliyor; hangisi anlatılır ise anlatılsın, anlatan bunu dinleyenin bir eylemde bulunması amacı için yapar.
Aldatıcı söz ile doğru sözün etki düzeyi arasında ayrım vardır. Yalan, asıl olan doğruyu söylemek olduğundan istenen etkiyi doğurur. Doğruyu söylemek asıl olmasaydı kimse konuşmayı öğrenemezdi. Çocuğunuz her köpek gördüğünde, “kedi”, “at” veya “timsah” derseniz, gördüğü bir köpek olmadığında, onu, “bak bir köpek” diyerek kandıramazsınız. Yalan söylemek doğru konuşma ile koşullu olarak bağıntılı bir türev eylemdir.
Sözlerin çoğu komut olsa da olay sözlerinin bildiri özeli olmasa dinleyeni eyleme geçiremez. Birine “koş” dediğimizi varsayalım ve o da koştu; bunun olmasının tek nedeni “koş” sözcüğünün belirli bir tür eylemi bildirmesidir. Askersel eğitimde komut türü konuşma belirli bir tür bedensel devinimi ortaya çıkartsın diye bir koşullu tepi oluşturulmuştur. Bu durumda, belirli bir komut türünün belirli bir bedensel devinim türünün adı olduğu söylenebilir.
Yalnızca belirli durumlarda sözel bir anlatımın anlamı dinleyicide oluşturulması amaçlanan eylem ile özdeşleştirilebilir. Buyurucu söz olan “bak” sözü böyledir. Ama “bak, tilki” dendiğinde, dinleyenin bir eylemde bulunmasının istenmesinin ötesinde, amaç çevreyi betimleyerek ona davranışı için bir içgüdü kazandırmaktır. Anlatımsal konuşma durumunda “anlam” ile amaçlanan eylem arasında daha fazla ayrım olduğu söylenebilir.
Tümceler ile bir eylem amaçlanır; ama anlamlı olanlar tümceler ile sınırlandırılamaz. Olay sözlerinin tümcelerde geçmelerine bağlı olmayan anlamları vardır. Konuşmanın en alt düzeyinde, tümce ile tek, tek sözler arasında bir ayrım bulunmaz. Bu düzeyde, sözler gösterdikleri karşıda bulunan duyulur şeyi adlandırmak için kullanılır.
Olay sözleri adlandırma konuşması yolu ile anlamlarını kazanır. Adlandırma konuşmasında her söz bir savdır. Karşıda bulunan duyulur şeylerin ötesine geçen sözlerin ve hatta böyle bazı önermelerin yalnızca tümceler içinde belirlenebilen anlamları vardır. Ama tümceler olay sözleri içeriyor ise savları olay sözlerinin anlamlarına bağlıdır.
Hiçbir olay sözü içermeyen tümceler vardır; mantıksal ve matematiksel tümceler böyledir. Bütün deneysel anlatımlar olay sözleri veya onlara dayanarak tanımlanan sözlük sözleri içerir. Dolayısı ile olay sözlerinin anlamı deneysel bilgi kuramında temeldir. Çünkü dil dışı olanlar ile deneysel doğru ya da yanlışı anlatmayı olanaklı kılacak bağıntı olay sözleri yolu ile kurulur.
Tümceler soru, istek, ünlem veya buyruk kipinde olabilir. Bunların dışında bildiri kipinde tümceler de vardır. Soruşturmamızın bundan sonraki bölümünde, kendimizi, bildiri tümceleri ile sınırlayabiliriz, çünkü yalnızca onlar doğru ya da yanlış olur.
Bildiri kipinde tümcelerin, doğru ve yanlış yanında, başka türden tümceler ile paylaştıkları iki özeli daha var: Bunların anlamları içerdikleri sözlerden türer ama özelleri sözlerinin de özelleri değildir.
Bildiri kipinde tümcenin bir özeli de, bölünmez olmasıdır. Dilbilgisi bakımından bir tek tümce olarak onaylanan mantıksal olarak öyle görülmeyebilir. “Dışarı çıktım ve yağmur yağdığını duyumsadım” tümcesi mantıksal olarak şöyle iki tümceye bölünür: “Dışarı çıktım”, “yağmur yağdığını duyumsadım”. Ama “dışarı çıktığımda yağmur yağdığını duyumsadım”, mantıksal bakımdan iki olayın eşzamanlı ortaya çıktığını savlayan bir bölünmez tümcedir.
Tümcelerin bölünmez olması konusundaki soruşturmamızı yürütmemiz için, mantıksal açıdan bölünmez olmadıkları açık olan “ve”, “veya”, “ise” veya bağlaç durumundaki öbür sözlerden biri ile bağlanmış, iki sav içeren önermeleri dışarda bırakmalıyız. Bir bölünmez tümcede ondan daha bütün olan iki tümcede söylenemeyecek (ikiye bölünemeyecek) bir şey söyleniyor olmalıdır.
“Hastalanırsan üzülürüm” tümcesini inceleyelim. Bu tümce “hastalanırsan” ve “üzülürüm” olarak ikiye bölünemez. Bu tümcede, soruşturduğumuz türden bir olma var. Ama bu tümcede başka bazı tümcelerde bulunmayan bir karmaşa da söz konusu: Zamanı yok sayarsak, yukardaki söz “hastasın” ile “üzgünüm” arasında bir bağıntıyı bildiriyor.
“Hastalanırsan üzülürüm” tümcesi ile “üzgünüm” doğru olduğunda “hastasın”ın hep doğru olacağının ileri sürüldüğü düşünülebilir. Aralarındaki bağıntıya dayanarak böyle tümcelere molekülsel, onları oluşturan tümcelere de atomsal tümce denebilir.
Bir tümcenin molekülsel olduğunun ayrımına vardığımızda, bu tümcenin bölünemez tümce olmasını neyin sağladığını araştırırken, dikkatimizi onun atomlarına yöneltmeliyiz. Kabaca söylendiğinde, atomsal tümce yalnızca bir eylem içeren tümcedir ama bu tanım yalnızca kesin dil olan mantıksal dilde geçerlidir.
Molekülsel tümceler kolayca belirlenemez. Örneğin, önce “A”, sonra da “B” dedim. “A sesini B sesinden önce işittim” diyebilirsiniz. Bu, atomları “A oluştu” ile “B oluştu”nun bağıntısından oluşan bir molekülsel anlatımdır. Dolayısı ile, anlatımınız “dışarı çıktıktan sonra ıslandım” anlatımı ile benzeşir. Ama bu, “A sesi oluştu ve B sesi oluştu ve bir olay öbüründen önceydi” olarak da anlatılabilir.
“A oluştu” tümcesi ile ne söylemek isteriz? Belirli bir sınıftan, “A adındaki sınıftan bir ses örneği ortaya çıktı” demek isteriz. Öyle ise, “A B’den önceydi” anlatımının bir mantıksal biçimi var. Bu biçim “önce bir köpeğin havlaması sonra bir atın kişnemesi işitildi” sözlerinin biçimi ile aynıdır.
Çözümlememizi biraz daha ileri götürelim: “A” Diyorum ve sonra, sana “ne dedim?” diye soruyorum; sen de “A dedin” diyorsun. Bu durumda, senin “A” dediğinde çıkardığın ses, benim çıkardığım “A” sesinden ayrımlıdır. Bu neden ile “A” tikel bir sesin adı olsaydı, anlatımın yanlış olurdu. “A” bir sesler sınıfının adı olduğundan tümcen doğru oluyor.“A dedin” tümcesi benim çıkardığım sesi sınıflandırıyor.
Çıkarılan bir tikel ses üzerine konuşmak istediğimizde ona bir özel ad vermeliyiz: Benim çıkardığım “A” sesine “Asuman”, senin çıkardığın “A” sesine ise “Zuhal” diyelim. Bu durumda, “Asuman ve Zuhal A’nın birer ögesidir” diyebiliriz. Bunlar, “A” veya “insan” örneği bir genel terim kullandığımızda, zihnimizdekinin bir tümel değil, gerçekleşmiş örneğin benzediği bir örnek olduğu genel ilkesini açıklamaktadır. “A dedim” in doğru anlatımı “şimdi çıkardığım A sesine benzer bir ses çıkarmıştım” olmalıdır.
“Önce A sonra B dedim” varsayımına döndüğümüzde. İlk söylediğim tikel seslemeye “Leyla”, ikincisine ise “Asuman” diyelim. Bu durumda “Leyla Asuman’dan önceydi” diyebiliriz. Bu, “A sesi B sesinden önceydi” dediğimizde, gerçekte söylemeye çalıştığımızdır. Böylece, sınıflardan söz etmeyen bir tümceye ulaşıyoruz.
“A sesi B sesinden önceydi”nin “A oluşur sonra B oluşur” demek olması benzeri, “Leyla Asuman’dan önceydi”nin de “Leyla oluşur sonra Asuman oluşur” demek olduğunu ileri süren olabilir. Bu mantıksal bir yanlıştır. Bir sınıfın açıkça belirtilmemiş bir üyesinin oluştuğu söylendiğinde, eğer hangi sınıfın kastedildiği biliniyor ise anlatım anlamlıdır. Ama gerçek bir özel ad belirli bir şeyi adlandırmıyor ise anlamsızdır; adlandırıyor ise o şey karşıda bulunmalıdır; tersi durumda bir söz değil anlamsız bir sestir.
Kılgıda, çok kısa süreli varolan tek tek olaydurumlarına özel adlar verilmez; çünkü bunlardan çoğu, konularında konuşmak için, yeterince ilgimizi çekmez. Bunlardan söz etmek istediğimizde ise, özel ad vermek yerine, onları “Sezar’ın ölümü”, “İsa’nın doğumu” gibi bir takım açıklamalar ile karşılarız. Fiziksel terimler ile konuştuğumuzda Sokrates, Fransa, Ay gibi, özel adlar belirli uzayzaman süreklilerini gösterir.
Eskiden, özel ad ile tözleri veya töz toplamlarını adlandırdığımız söylenebilirdi, ama günümüzün yaklaşımı ile bir özel adı karşılayan bunlardan ayrımlı bir şey bulmamız gerekmektedir. Bir özel ad, kılgısal olarak, kapsadığı birçok olaydurumuna gönderme yapar. Tek, tek olaydurumları özel adın anlamının parçalarıdır.
Sınıf adında gerçek olanlar o sınıfın örnekleridir. Örneğin, “Sezar öldü” tümcesini ele aldığımızda, “ölüm” birbirine benzeyen bazı olaydurumları için kullanılan bir genel sözdür, ama bunlar arasında uzayzamansal bir bağıntı bulunması zorunlu değildir ve bunlardan her biri bir ölümdür. “Sezar” özel adı ise uzayzamansal olarak aralarında bağıntılı bir dizi belirli olaydurumuna verilen addır. “Sezar öldü” dediğimizde, adı Sezar olan bir dizi olaydurumundan birinin ölüm sınıfının bir üyesi olduğunu söylemiş oluruz. İşte bu bir tek olaydurumuna “Sezar’ın ölümü” denir.
Mantıksal bir görüş açısından, bir özel ad uzayzamanın herhangi bir sürekli bölümüne atanabilir; gözlenebilir düzeyde bir sürekli olma yeterlidir. Bir kişinin yaşamının iki ayrı bölümüne ayrımlı adlar verilebilir ve “Evren” uzayzamanın bütünü için bir özel ad olarak onaylanabilir.
Uzayzamanın çok küçük bölümlerine, eğer bunlar ayrımına varılabilecek büyüklükte ise, özel adlar verilebilir. Belirli bir gün saat 18 de, yalnızca bir kez “A” dediğimde bu sese bir özel ad verebilirim. Daha da tikele ulaşabilmek amacı ile ben seslerken orada bulunan bir kişinin beni işittiğinde edindiği duyuma o kişi bir ad verebilir. Dolayısı ile her özel adın, daha da bölünemeyen bir bütün şeyin değil, bir yapının adı olduğu söylenebilir.
Olaylardaki karmaşayı çözümleyebilmek için, tümcelerin atomsal, molekülsel olarak ayrımı, tümce ile anlatılanların karmaşasından değil, tümcelerin biçimlerinden yola çıkılarak yapılmalıdır. “İskender Sezar’dan önceydi” anlatımı İskender’in ve Sezar’ın karmaşık olmaları nedeni ile karmaşık görülüyor. Ama bu anlatımın biçimi olan “x y’den önceydi” deki x ve y olaylardaki karmaşayı ortadan kaldırıyor.
Olaysal olarak, İskender Sezar doğmadan çok önce öldüğünden, İskender olayının her olaydurumu Sezar’ınkilerden önceydi. Bu neden ile, “x y’den öncedir” “İskender Sezar’dan önceydi”ye bir atomsal önerme biçimi olarak uygulanabilir ama, x ve y’nin gerçekte karşıladıkları İskender ile Sezar karmaşık olduklarından “İskender Sezar’dan önceydi” tümcesi atomsal olarak görülemiyor.
Mantıksal olarak, bir önerme, biçiminden daha yalın önermelerden oluşmuş bir yapı olduğu görülmüyor ise, atomsaldır. Bir özel adı mantıksal olarak karşılayan simgenin özel adın karşıladığı şeyin yapısal ögelerini de karşılaması zorunlu değildir. Daha fazla bölünememe atomsal biçimdeki bir önermede daha açık olarak görülüyor.
Her anlamlı tümcede, sözdizimsel yapıya hizmet eden sözler dışında, çeşitli sözlerin anlamları arasında bir bağıntı bulunması zorunludur. “Sezar öldü” ile iki sınıfın, Sezar olan olaydurumları sınıfı ile ölüm olan olaydurumları sınıfının ortak bir üyesinin bulunduğunun savlandığını görmüştük. Bu bir tümcede savlanabilecek bağıntılardan, yalnızca, bir türündendir.
Sözdizimlerinde hangi bağıntının savlandığı görülür. Bazı sözdizimleri “Sezar öldü”den daha yalın, bazıları ise daha karmaşıktır. Bir papatyayı gösterip “bu beyazdır” diyorum; burada, bu o sıradaki görsel alanımın bir bölümünün özel adı olarak, beyaz da bir sınıf adı olarak alınabilir. Bu tümce, “Sezar öldü”den daha yalındır; çünkü karşıdaki bir nesne sınıflandırılıyor; mantıksal olarak “bu bir ölümdür”e benzer. “Sezar öldü”nün savladığının, yani, iki sınıfın bir ortak ögesi olduğunun bilinebilmesi için, önce, böyle tümcelerin bilinmesi gerekir.
“Bu beyazdır” da bağıntısal görülebilir. Bir çocuk beyaz sözünün anlamını öğrendiğinde, onda önce beyaz olarak tanıdığı bir nesne, daha doğrusu, nesneler, sonra, öbür beyaz nesnelerin bunların benzeri olduğu algısı oluşur. Dolayısı ile bir çocuğa “bu beyazdır” dediğimizde, ona yansıttığımız, “bu bildiğin beyaz nesneye, rengi bakımından benziyor”dur. Dolayısı ile sınıflama yapılan tümceler veya bu anlamı veren yüklemler benzer bağıntısının ileri sürüldüğü tümceler gibi görünmekte. Böyle ise “en yalın tümceler” dediklerimiz de bağıntısal oluyor.
En yalın tümceler de bağıntısaldır. Ama bağıntıların da çeşitleri var: Bakışımlı (simetrik) ve bakışımsız (asimetrik) bağıntılar birbirinden ayrımlıdır; x ile y arasındaki bağıntı, y ile x arasında da var ise bu bağıntı bakışımlıdır; x ile y arasındaki bağıntının, y ile x arasında bulunmadığı bağıntılar bakışımsız bağıntılardır. Benzer ve benzemez bağıntıları bakışımlıdır.
Önce, daha büyük, sağında gibi bağıntılar bakışımsızdır. Ayrıca, bakışımlı da, bakışımsız da olmayan bağıntılar var; örneğin, erkek kardeş bağıntısında, x y’nin erkek kardeşi olduğunda, y x’in kız kardeşi olabilir. Böyle bağıntılar ile beraber bakışımsız bağıntılara bakışımlı olmayan bağıntılar denir. Bakışımlı olmayan bağıntılar çok önemli, çünkü felsefede çok sayıda tanınmış yaklaşım bunların olduğu ileri sürülerek çürütülmüştür.
Bakışımlı olmayan bağıntılar konusundaki dilsel olayların, tam olarak, ne olduğunu anlatmaya çalışırsak; “Brutus Sezar’ı öldürdü” ile “Sezar Brutus’u öldürdü” tümcelerinin her birinde zamansal sıralanım bağıntısı ile düzenlenmiş sözler bulunuyor. Böyle olmak ile beraber bu tümcelerden biri doğru, öbürü yanlıştır. Bunu, bakışımlı olmayan bağıntıları söz konusu ederek, uzayzamansal düzen aracılığı ile açıklamak gerekir.
Brutus’un Sezar’ı öldürdüğünde geçen olayı düşünelim: Bir hançer Brutus’dan Sezar’a doğru devindi. Çizelge: “A B’den C’ye devindi”dir ve bizim ilgilendiğimiz olay, bunun “A C’den B’ye devindi” ile bakışımlı olmamasıdır. İki olay geçti: Biri A’nın B’den gelmesi, öbürü A’nın C’den gelmesi, bunları sırası ile x ve y diye adlandıralım. A B’den C’ye devindi ise, x y’den önceydi. Öyle ise, “Brutus Sezar’ı öldürdü” ile “Sezar Brutus’u öldürdü” arasındaki bakışımsız olmanın çözümlemesi, x ve y olaylar olduğunda, “x y’den öncedir” ile “y x’den öncedir” önermelerinin bakışımsız olmasıdır. Görsel alanda da yukarı, aşağı, sağ, sol bağıntıları ile daha ışıklı gibi bütün karşılaştırmalar da bakışımsızdır.
Tümcenin bölünemez bütün olması bakışımsız bağıntılarda apaçık görülüyor; “x y’den öncedir” ile “y x’den öncedir” aynı sözlerden oluşuyor; aynı zamansal sıralanım bağıntısını anlatıyor; içeriklerinde birini öbüründen ayırt edecek bir şey yok. Tümceler bütün olarak ayrımlı, ama bölümlerine göre ayrımlı değil.
Sözlerin tümel olduğunu anımsamak önemli (bu, tümeller vardır anlamına gelmez) “x y’den öncedir” ve “y x’den öncedir” sözlerinde geçen x’ler ve y’ler birbiri ile özdeş değildir. S1 ve S2 Bu iki tümcenin özel adları olsun; X1 ve X2 iki “x” sözünün, Y1 ve Y2 iki “y”nin, P1 ve P2 de iki “öncedir”in özel adları olsun. Bu durumda, S1 üç sözü, X1, Y1, P1’i görülen sıralamada kapsar; S2 ise, Y2, X2 ve P2’yi görülen sıralamada kapsar. Her iki durumdaki sıralanım da, İskender’in Sezar’dan önce olması kadar kesin ve değişmez birer tarihsel olaydır.
“Brutus Sezar’ı öldürdü” kadar kolayca “Sezar Brutus’u öldürdü” diyebileceğimizin ayırtına vardığımızda, oluşturulan tümcelerin değişik düzenlemeler ile değişebilecekleri sanısına kapılabiliriz. Bir sözel anlatım hangi düzende ortaya çıktı ise yalnızca o düzende olabilir. Çok kısa bir süre sonra ortadan kalkar. Olduğu gibi olan ortaya çıkmış sözel anlatım (olay) kendinde yeniden düzenlenme gücü taşımaz.
“Brutus Sezar’ı öldürdü” (bir olay) veya “Sezar Brutus’u öldürdü” (başka bir olay) demenin olanaklı olduğunu söylediğimizde, bunun, tam olarak, bir olayda bir erkeğin bir kadının solunda olması ve başka bir erkeğin başka bir olayda başka bir kadının sağında olması olanağı ile benzeştiğinin ayırtına varmalıyız.
β konuşulan söz “Brutus” olan sözel anlatımlar sınıfı olsun; α konuşulan söz “Sezar” olan sözel anlatımlar sınıfı olsun, κ konuşulan söz “öldürdü” olan sözel anlatımlar sınıfı olsun. Bu durumda “Brutus Sezar’ı öldürdü” veya “Sezar Brutus’u öldürdü” dememizin olanaklı olduğunu söylemek “(1) x, y, P olayları x β nın bir üyesi, y α nın bir üyesi P κ nın bir üyesi x y den bir önce y P den bir önce, (2) β α κ ya üye olan x´ y´ P´ olayları öyle ki y´ x´ den bir önce x´ P´ den bir önce” anlatımında bulunmaktır.
Bütün olanaklı durumlarda, bir değişken olan, değişkenin birçok değerinin sağladığı bazı koşulları sağlayan bir konu olarak tanımlanan bir konu bulunduğunu ve bu değerlerin bazıları ek koşulları sağlamazken, bazıları sağladığında; konunun bu ek koşulu sağlayabilmesinin “olanaklı olduğu” söylenir. Simgesel anlatım ile eğer hem “ϕx ve Ψx” hem de “ϕx ve Ψx değil” x in uygun değerleri için doğru ise, söz konusu ϕx, Ψx” olanaklı ama zorunlu değildir.
(P bakışımsız bağıntıyı anlattığında) “xyP” ile “yxP” tümcelerinin bağdaşmaz olduğu söylendiğinde ise “x” ve “y” simgeleri tümeldir; çünkü anlatımımızda her ikisinin ikişer örneği bulunmasına karşın bunlar adlandırılmamıştır; oysa tikeller adlandırılmış olmalıdır. Simgeleri genel olarak aldığımızda, “gündüz geceden öncedir” doğru ve hem de “gece gündüzden öncedir” anlatımı doğru olduğundan bu bağıntı bakışımsız olamaz. Böyle durumlarda simge ile anlam mantıksal tekdüze değil; anlam tikelken simge tümel.
Bütün simgeler aynı mantıksal türdendir. Bunlar benzer seslemelerin, benzer seslerin veya benzer nesnelerin sınıflarıdır. Ama bunların anlamları herhangi bir türden olabilir. Bunlar, “Tür (type)” sözcüğünün kendi anlamı gibi, anlamı belirli olmayan bir türden de olabilir. Bir simgenin anlamı ile bağıntısı, anlamın türüne bağlı olarak, değişebilir. Bu olay simgeci kuramda önemlidir.
Tümcenin anlamı için sözlerin sıralanımının asıl olduğu bir dilde, bakışımlı olmayan bağıntılar konusunu şöyle ortaya koyabiliriz: Bir tümce oluşturabilen bir söz öbeği alındığında, bu öbek ile çoğu kez, öbürleri yanlışken biri doğru olan iki veya daha fazla tümce oluşturulabilmektedir. Bu tümceler sözlerin sıralanımına göre birbirinden ayrımlılaşır. Bu neden ile bir tümcenin anlamı, bir oranda bazı durumlarda, sınıflar yolu ile değil, tek, tek sözlerin dizilimi yolu ile belirlenmektedir. Böyle durumlarda, tümcenin anlamı, tümcede geçen sözlerin anlamlarının toplamı olarak bulunamaz.
İngilizce’de, Brutus ve Caesar’ın kişi adları olduğunu ve “killed” sözünün karşıladığını bilen bir kişi, “Brutus killed Caesar” tümcesini dinlediği zaman, yalnızca sözleri anladığında, kimin kimi öldürdüğünü anlayamaz; anlayabilmesi için, söz dağarcığı değin söz dizimi bilgisine de gereksinmesi vardır; çünkü tümcenin biçimi anlama katkıda bulunur.
Yalnızca, konuşulan sözlerin olduğunu varsayalım. Konuşma durumunda bütün sözler bir zamansal sıralanım düzeninde ortaya çıkar ve bazı sözler de zamansal bir sıralanım öne sürer. “x” ile “y” Tikel dilsel olayların adları olduğunda ve “x y den öncedir” doğru bir önerme ise, “y x den öncedir”in yanlış bir önerme olacağını biliyoruz. Buna, bir bakıma eşdeğer dil dışı olaylar ile bağıntılı, herhangi bir şey anlatabilir miyiz? Öyle görünüyor ki, zamansal bağıntıların bir özeli ile ilgilendiğimizde ve bunun hangi özel olduğunu anlatmaya çalıştığımızda, zamansal bağıntılı tümcelerin bir özelini anlatmaya yönlendirilmekteyiz.
İngilizce’de “Brutus killed Caesar” tümcesi dinlendiğinde sözcüklerin zamansal sıralanımı algılanmadığı zaman yukardaki tümce yerine “Caesar killed Brutus” tümcesinin mi dinlendiği ayırt edilemez. Zamansal sıralanımı, “Brutus preceded killed” ve “killed preceded Caesar“ tümceleri ile öne sürerek ilerlendiğinde de bu tümcelerdeki zamansal sıralanımın ayırtında olmak gerekir; böylece sürdürürsek sonsuz geri gidişe düşeriz.
Sonsuz geri gidişe düşmemek için şöyle bir kuram önerilebilir: “Brutus” sözünü dinlediğimizde, bir çanın zaman içinde gittikçe azalan sesine benzeyen bir deneyim geçiririz. Bir söz bir an önce dinlenmiş ise, şimdi hâlâ, öncekinden daha alçak bir akolutik (akoluthic) duyum sürüyordur. Dolayısı ile, “Brutus killed Caesar” tümcesi dinlendiğinde birbirini izleyen ve giderek alçalan işitsel duyumlar algılanır.
Akolutik (akoluthic) duyumlar kuramında (Richard Wolfgang Semon, Alman yaşambilimci) ileri sürdüğü sav bağlamında benzer parçalardan oluşmuş iki bütün olan “Brutus killed Caesar” ile “Caesar killed Brutus” tümcelerini birbirinden ayırt ediyoruz. Duyumlar adı altında sınıflandırılabilecek ruhsal olayların olduğu açık. Bu olaylardan şu andaki bir ses duyumu, bir an önce işitilmiş ortadan kalkan bir ses duyumunun kalıntısından sonra işitilmiştir.
Giderek yeğinliği azalan duyumlar olduğunu varsayarsak, bunların ilk gücündeki geçmiş duyumlara benzer olduklarını ya da onlardan ayrımlı olduklarını bilebilir miyiz? Yalnızca, şimdiki olayları bildiğimizden, bunları geçmiş olaylar ile ölçüştüremeyiz. Bunu yapabilmek için geçmişte olan şeyleri de, şimdi olanlardan yapacağımız çıkarımlar yolu ile değil, şimdi olanları bildiğimiz gibi doğrudan biliyor olmalıyız. Ayrıca, şu andaki hiçbir şeyden biz onun bir geçmişinin olduğunu varsaymaya yönelemeyiz.
“x y den önce ise y x den önce değildir” Tümcesini deneysel yol ile bilmediğimiz açıkça görülüyor; ama onu mantıksal bir tümce olarak da onaylayamayız. Bunun uzlaşımsal bir deyim olduğunu söylemenin de bir gerekçesi yok. “x y’den öncedir” Tek başına bir deneysel önermedir. “x y den önce ise y x den önce değildir” Tümcesi, “x y’den öncedir”in anlattığı deney oluşur ise, “y x’den öncedir” sonucunu doğuracak bir deney oluşmayacak demektir; “değil” ile tümcemizde olayın alanından çıkıp dilin alanına giriyoruz.
“Değil”li anlatımın anlamı olarak başka bir tümceye yönlendiriliyoruz; “y x den önce değildir” tümcesi ile, “`y x den öncedir´ önermesi yanlıştır” denmek isteniyormuş gibi geliyor. Çünkü herhangi bir başka yorumun benimsenmesi durumunda olumsuz olayların da algılanabildiğinin onaylanması gerekir; bu ise usdışı görülür. “ise” Konusunda da benzer şeyler söylenebilir.
“ise” Konusunda da “değil” için söylenenlere benzer şeyler söylenebilir: Bu söz kullanıldığında bunun (dil dışına değil) bir tümceye uygulanması gerekiyor. İncelediğimiz “x y den önce ise y x den önce değildir” tümcesi “x ve y olayların özel adları olarak alındığında `x y den öncedir´ ve `y x den öncedir´ önermelerinden en az biri yanlıştır” anlatımına çevrilmelidir. Konuyu daha ileri götürmek için, yanlışın bir tanımının yapılması zorunlu.
Sözün dilbilgisinde ele alınış durumu ile mantıksal sözdiziminde ele alınışı arasında ayrım var. İngilizce’de “before (önce)” dilbilgisinde bir edattır, “precedes (önce gelir)” ise bir eylemdir, ama bunlar aynı anlamı karşılar. Bir tümcedeki ana öge olarak görülen eylem birçok dilde bulunmaz. Böyle olmak ile beraber, konuşma dilinde, mantıksal dilin kurulması yönünde düşünü veren belirli ipuçlarını görerek, mantıksal sözdizimi içinde mantıksal bir dil düzenlemek olanaklıdır.
Mantığın en eksiksiz bölümü bağlaçlar kuramıdır. Mantıkta, bölünmez tümcelerin, yani, atomsal önermelerin arasına sokularak molekülsel önermelerin oluşmasının sağlandığı sözlere, “bağlaç” deniyor. Şimdiye değin ilgilendiğimiz bütün sorunlar atomsal biçim ile bağıntılıdır.
“Bu sarıdır” , “bu şundan öncedir”, ”A B ye bir betik verir” tümcelerini ele alalım; “bu sarıdır”da, “bu” sözü bir özel addır. Nesnelere de (sınıflara da) “bu” (bu masa) deniyor. Öte yandan bu “Şükrü” için de kullanılır. “Bu Şükrü dür” dediğimizde, söylemek istediğimiz, “bu insan türünün bir örneği olan Şükrü dür” değil. Özel ad bir ve yalnız bir şey için onaylanan bir sözdür. “Adam” sözü, ayrı, ayrı “adam” denen nesnelerin hepsine uygulanabilir, ama “bu” sözü ayrımlı olaylarda ayrı, ayrı “bu” denen nesnelerin hepsine birden uygulanmaz.
“Sarı”, daha önce savladığımız, ”belirli bir sarı nesnenin rengine benzer” anlamına geliyor. Doğrusu, sarının birçok tonu olduğundan, birçok sarı nesne alınmalıdır, ama bu durum göz ardı edilebilir. Renk bakımından benzemeyi başka bakımlardan (örneğin kılık bakımından) benzemeden ayırtedebileceğimizden, “sarı” ile ne söylenmek istendiğine varmamız için, belirli bir derecede, soyutlama yapmamız gerekiyor.
Kılık olmadan rengi, renk olmadan da kılığı göremeyiz. Bir sarı daireseli bir sarı dikdörtgenselden ayırtedebilir; bir sarı daireseli bir kırmızı dairesele benzetebiliriz. “Sarı”, “kırmızı”, “sesli” ve “sert” gibi duyumsanabilir yüklemler çeşitli benzemelerin algısından türetilmiştir. Bu, aynı zamanda, “görsel”, “işitsel”, “dokunsal” gibi daha genel yüklemler için de geçerlidir.
“Bu sarıdır” “bunun rengi şuna benziyor” anlamına gelir: Burada, “bu” ve “şu” özel addır. “Şu” tanıyarak bilinen sarı nesneyi karşılar; renk benzemesi de algılanabilen bir bakışımlı bağıntıdır. “Bu sarıdır”da karşılaştırma göz ardı edilerek “sarı”ya bir yüklem gibi davranılıyor. Yalnızca rengin bilinmesi aşamasında işlenen bakışımlı bağıntı öğrenimden sonra dikkate alınmıyor olabilir. Böylece, rengi bilen kişi için “sarı” gerçekten bir yükleme dönüşüyor.
“Bu şundan öncedir” tümcesini ele aldığımızda, “önce” bağıntısı, bakışımsız olduğundan, “bu”na ve “şu”na bir ortak yüklem veren bir anlatım olarak onaylanamaz; ayrımlı yüklemler (örneğin ayrımlı tarihler) verildiğini düşünürsek de, bu yüklemlerin aralarında “önce” bağıntısı gibi, bakışımsız bağıntıları olması gerekir. Bu önermenin, biçimsel olarak, “bunun tarihi şunun tarihinden erkendir” anlamına geldiği onaylayabilir, ama “erken” de, tıpkı “önce” gibi bir bakışımsız bağıntıdır.
“Önce” sözü de “sarı” sözü gibi karşılaştırmadan elde edilebilir. Saatin onikiyi vurmasına benzeyen sıralanımın vurgulandığı bir durumdan başladığımızda, onikiyi vuran saate sıralanımdan başka açıkça benzemeyen başka sıralanım durumlarını ele alıp giderek dikkatin ardışık olmada yoğunlaşmasını sağlayabiliriz. Bunun, sözün öğrenilmesinde geçerli olacağı açıkça görülüyor.
“Önce” veya “renksel benzeme” türünden sözlerin anlamı, her zaman, olaysal bağıntısal karşılaştırmadan çıkarılamaz; çünkü bu bir sonsuz gerigidişe yol açar. Karşılaştırma, soyutlamayı başlatıcı olarak gereklidir ve en azından benzemeyi soyutlama olanaklı olmalıdır. Benzemede olanaklı olduğunda soyutlamayı öbürleri için yadsımak anlamsızdır. “Önce” sözünü anladığımızı söylemek, “A ve B olaylarını bir zamansal sıralanımda algıladığımızda, ̀A B den öncedir´mi, yoksa, ̀B A dan öncedir´mi diyeceğimizi ve bu tümcelerden birinin algıladığımız şeyi betimlediğini biliyoruz” demektir.
Üçüncü tümcemiz “A B ye bir betik verir”dir. Bu, “orada bir x var öyle ki A B ye x verir ve x betikseldir” anlamına gelir. “Betiksel”i betiklerin tanınıcı niteli anlamında kullanıyorum. “A B ye C verir” anlatımına yoğunlaşalım; burada A, B, C özel adlardır. Bu önermenin doğru olduğunu, dolaylı yoldan değil, kendi duyularımızın kanıtı ile bilmemiz gerekiyor.
A’yı, B’yi ve A’nın C’yi tuttuğunu, C’yi B’ye götürdüğünü ve C’yi B’nin eline verdiğini görmeliyiz. Bu, mantıksal açıdan, “Brutus Sezar ı bir hançer ile öldürdü” önermesine benzer. Asıl olan, A, B ve C sürerken C’nin, A ve B ile uzaysal bağıntılarının değiştiği sınırlı bir zamansal sürenin başından sonuna değin duyulur olarak varolmasıdır.
“A B ye bir betik verir”in en yalın geometrisel çizelgesi şöyledir: Önce, A1, B1, C1 kılıklarını görürüz; bu üç kılıktan C1 A1’e yakındır, sonra, bunlara çok benzeyen, A2, B2, C2 kılıklarını görürüz ve C2 B2’ye yakındır. Bu iki olaydan hiçbiri tek başına yeterli değil; hızlı ardışık oldukları öne sürülse bile yeterli değildir. A1 ve A2’nin, B1 ve B2’nin, C1 ve C2’nin sırası ile aynı özdeksel nesnelerin kılıkları olduğuna inanmamız gerekir.
“A B ye bir betik verir”i incelemeyi sürdürelim: “Verme”nin amaç içermesini göz ardı ediyoruz. İlk bakışta en yalın anlatım “`A1 B1 C1 üç özdeksel nesnenin belirli bir andaki görünüşleridir´ `A2 B2 C2 aynı nesnelerin bir sonraki andaki görünüşleridiŕ `C1 B1 e değil A1 e bitişiktir´ `C2 A2 ye değil B2 e bitişiktir´” olmalı gibi. Ayrımlı anlardaki iki görünüşün “aynı” nesnenin görünüşleri olduğunun gösterilmesi için gereken kanıta girmiyorum; bu bir fiziksel sorundur; bizim amacımız, altı terim içeren bir ilksel biçime ulaşmaktır.
“A B ye bir betik verir”in biçimi, “C1 in A1 e yakın olması B1 den uzak olması C2 nin B2 ye yakın olması A2 den uzak olmasından daha önceki bir olaydır” önermesinin biçimidir. Böylece, bir kişinin başka bir kişiye bir nesne vermesini anlatmakta duyumun olduğu değin açık kalabilmek için yukardaki karmaşa derecesindeki bir temel biçimden kaçınamayacağımız sonucuna varıyoruz.
“A B’ye bir betik verir” tümcesinin mantıksal biçimi, “`C1 in A1 e yakın olması B1 den uzak olması C2 nin B2 ye yakın olması A2 den uzak olmasından daha önceki bir olaydır´ın biçimidir” savı doğru olmayabilir. “C1 A1 e yakındır”, “C1 B1 den uzaktır”, “A1 B1 ile eşanlıdır”, “B1 C1 ile eşanlıdır”, “A1 A2 den öncedir”, “A2 B2 ile eşanlıdır”, “B2 C2 ile eşanlıdır”, “C2 B2 ye yakındır”, “C2 A2 den uzaktır” önermelerini ele alalım. Bu dokuzlu kümenin önermeleri, mantıksal bağlaçlar ile bağlanarak, A1, B1, C1, A2, B2, C2’yi içeren bir bileşikönermeye indirgenebilir. Ama bu bileşikönerme bir duyuverisini kaydeden bir önerme değil, bir çıkarımsal önerme olur.
Ayrıca, “yakın” ve “uzak” görelidir: Gökbilim’de Venüs Dünya’ya yakındır, ama başka birisine bir şey veren birisinin verdiği şeye uzak olmasına göre, bu nesneler birbiriden çok uzaktır. Bu belirsiz olma durumundan, şöyle, kaçınabiliriz: “C1 A1’e yakındır” yerine “C1 A1’e bitişiktir”i; “C1 B1’den uzaktır” yerine de “C1 ile B1 arasında bir şey vardır”ı koyabiliriz. Burada “bitişik” ve “arasında” görsel duyuverilerindeki bağıntıları anlatır. Bu bağıntılardan “arasında” duyuverilerindeki en karmaşık bağıntıdır.
Gözlem ile doğrulanan önermelerin hepsi atomsal biçimdedir. Bir başka anlatım ile deneysel fiziksel duyuverilerinden söz eden bütün anlatımlar atomsal biçimdeki önermelerdir. Öbür bütün fiziksel önermeler bu biçimdeki önermeler ile kanıtlanabilir ya da yanlışlanabilir veya olası ya da olası değil diye yorumlanabilir. Başka duyuverileri yolu ile mantıksal olarak kanıtlama veya yanlışlama yeteneğinde olan herhangi bir şeyi buna bir veri olarak katmamız gerekmez. Bu kanıtlama yalnızca, belirli bir beklentinin gerçekleşmesi yolu ile olur.
Mantıksal bir dil ile anlatılabilen atomsal biçimdeki bir önermede herhangi bir sonlu sayıda özel ad ile özel ad olmayan bir sözcük geçer. Örneğin, “x sarıdır”, “x y den öncedir”, “x y ile z arasındadır” gibi. Bir özel ad atomsal tümcenin her biçiminde bulunabilir, ama özel ad olmayan söz, yalnızca, ona uygun sayıda özel ad içeren bir atomsal tümcede bulunabilir. Böylece, “sarı” bir, “önce” iki, “arasında” üç özel ad gerektirir. Böyle sözlere yüklem, ikili bağıntı, üçlü bağıntı denir. Yükleme birli bağıntı da denmektedir.
Şimdi, sözün, bağlaçlar gibi, atomsal biçimlerde yer alamayacak bölümlerine gelelim. Örnek olarak, “bir”, “bütün”, “bazı”, “birçok”, “hiçbir” verilebilir. Bunlara “değil” de eklenmelidir, ama “değil” bağlaca da benzer. “Bir” ile başlarsak, varsayalım ki, doğru olarak, “bir insan gördüm” diyorsunuz, ama “bir insan”ın herhangi bir kişinin görebileceği türden bir şey olmadığı açık; bu bir mantıksal soyutlamadır.
A özel adını vereceğimiz bir tikel şey gördünüz ve “A bir insandır” yargısına vardınız. “A yı gördüm” ve “A bir insandır” önermeleri “bir insan gördüm” sonucunu çıkarsamanıza olanak tanır, ama bu sonuç önermesi, sizin A’yı gördüğünüz veya A’nın insan olduğu anlamına gelmez.
Bana “bir insan gördüm” dediğinizde, ben sizin kimi gördüğünüzü bilemem. Bilinen, “x i gördüm ve x bir insandır” biçimindeki bir önermenin doğru olduğudur. Bu önerme biçimi “A yı gördüm ve A bir insandır”dan çıkarsanabilir. Atomsal olmayan bu biçim “x i gördüm” ile “x bir insandır” önermelerinin birleşimidir; dolayısı ile bir duyuverisini anlatan türden bir önerme olmasa da deneysel veriler ile kanıtlanabilir. Çünkü deneysel bir önermenin A’dan, B’den, C’den söz etmesi gerekir. Öte yandan, hiçbir duyuverisi “bir insan gördüm” önermesini yanlışlayamaz.
İçinde “bütün” veya “hiçbir” geçen önermeler deneysel veriler ile yanlışlanabilir, ama yalnızca, bu sözlerin geçtiği mantıksal ve matematiksel önermeler kanıtlanabilir; “2 dışında bütün asal sayılar tek sayıdır”ı kanıtlayabiliriz, çünkü bu sonuç tanımlardan çıkarsanmıştır, ama “bütün insanlar ölümlüdür”ü kanıtlayamayız. Çünkü gözden kaçırdığımız kimse olmadığını kanıtlayamayız.
“Bütün insanlar ölümlüdür” aslında, yalnızca insanlar konusunda değil, her şey konusunda bir anlatımdır; her x için, x’in ya insan olmadığını veya ölümlü olduğunu anlatır. Her şeyi incelemeden, bir şeyin insan olduğunda ölümsüz olmadığından emin olamayız. Her şeyi inceleyemeyeceğimiz için de genel önermeleri deneysel olarak bilmemiz olanaklı değildir.
Deneysel kanıt,“bir” veya “bazı” içeren önermeleri kanıtlayabilir ve “bütün” veya “hiçbir” içeren önermeleri yanlışlayabilir. Deneysel kanıt, içinde “bir” veya “bazı” geçen önermeleri yanlışlayamaz ve “bütün” veya “hiçbir” geçen önermeleri kanıtlayamaz. Deneysel kanıtın “bazı” geçen önermelere inanmamamıza veya “bütün” geçen önermelere inanmamıza yol açması gerekiyor ise, bunu, çıkarım yapacağımız öncüllerin arasında “bütün” sözünün geçtiği önermelerin bulunması zorunlu değil ise, tümdengelimden başka bir çıkarım biçimi yolu ile yapmalıdır.
Konuşmayı öğrenmiş olan bütün insanlar olayları anlatmak için tümceler (önermeler) kurabilir. Olaylar önermelerin doğruluğuna kanıttır. Bazı açılardan her şey o kadar açıktır ki ortada bir sorun görülmez, ama başka açılardan, her şey o kadar belirsizdir ki bunları çözümlemek güçtür. “Yağmur yağıyor” dediğinizde, söylediğinizin gerçeği yansıttığını bilebilirsiniz, çünkü yağmuru duyumsarsınız. Bu olay hiçbir şeyin daha açık olamayacağı değin açıktır.
Bir andaki deneyimlerimize dayanarak açıklamalar yaptığımızda ne olduğunu çözümlemeye çalıştığımızda zorlanma başlar. Bir olayı, onu anlatacak sözler kullanmadan, ne anlamda biliriz? Uygun sözleri seçtiğimizi bilmek için olayı sözlerimiz ile nasıl karşılaştırabiliriz? Sözlerimizin uygun olabilmesi için olay ile sözlerimiz arasında hangi bağıntı bulunmalıdır? Bu bağıntının olup olmadığını nasıl anlarız? Gönderme yaptıkları olay konusunda sözsüz herhangi bir bilgimiz olmadan sözlerimizin uygun olduğunu bilmek olanaklı mıdır?
Belirli durumlarda belirli sözleri konuşur ve sözlerimizin, nedeni konusunda hiçbir bağımsız bilgimiz olmadan, yerinde kullanıldıklarını duyumsayabiliriz. Örneğin, bir süredir, A kişisinden hoşlanmak için çok çaba gösterdiğiniz sırada, birdenbire, kendinizi, “A’dan hiç hoşlanmıyorum” derken bulabilir ve gerçeği bu tümcenin anlattığını bilirsiniz. Aynı şey, sanırım, ruhçözüm uygulanan kişilerde de oluşmaktadır, ama böyle durumlar ayrıksıdır.
Genel olarak, deneyimlenebilir olayları sözlere başvurmadan, bir anlamda, bilmemiz olanaklıdır. Isındığımızın veya üşüdüğümüzün, gök gürültülerinin, şimşeklerin ayırtına varırız; bunları sözler ile anlatmaya kalkıştığımızda, yalnızca, önceden bildiğimiz şeyi sözlere dökmüş oluruz. Bir deneyimi bildiğimizi söylerken demek istediğimiz olayı deneyimlemekten ötesi olmadığında, bu söz öncesi evre bilmeyi karşılar. Bunun her durumda varolduğunu öne sürmemek ile beraber, söz öncesi bilgilenmenin insanlarda ortak olduğu savlanabilir.
Bildiğimiz deneyimler ile yaşantımızdan öteye geçmeyen şeyler arasında bir ayrım yapmak gerekir. Varsayalım ki, yağmurlu bir günde yürürken gördüğünüz bir su birikintisine basmamaya çalışıyorsunuz; kendi kendinize “burada bir su birikintisi var, ona basmamalıyım” demezsiniz, ama yanınızdaki kişi “niçin ansızın yolunu değiştirdin” diye sorduğunda, “şu su birikintisine basmamak için” yanıtını verirsiniz. Geriye dönük olarak, görsel algınıza uygun tepkiyi verdiğinizi bilirsiniz ve bu bilginizi söz ile anlatırsınız. Ama soruyu soran sizi o olaya yöneltmemiş olsaydı, neyi, hangi anlamda bilirdiniz?
Ansızın yol değiştirme konusundaki soru yöneltildiğinde olay sonlanmıştı; yanıtınızı belleğinizden verdiniz; insan bilmediği bir şeyi anımsayabilir mi? Bu, “bilme” sözünün anlamına bağlıdır. “Bilme” sözü çokanlamlıdır. Sözün anlamlarının çoğunda, “bilme”, bilinen olaydan ayrımlı bir oluşumu karşılar. Ama bu sözün deneyim ile bilme arasında bir ayrımın bulunmadığı bir anlamı da var. Geçirdiğimiz deneyimlerin hepsini bildiğimiz savunulabilir, ama bilgi deneyimden ayrımlı ise bu sav geçerli olmaz.
Deneyim ile onu bilme ayrımlı şeyler ise bir deneyimi gerçekleştiği sırada hep bildiğimiz savı her olayın sonsuz sayıda çoğalımını içerir. Isınmam birinci olaydır; ısındığımı bilmem ikinci olaydır; ısındığımı bildiğimi bilmem üçüncü olaydır. Bu böylece, sonsuza değin sürer; bu da saçmadır. Bu neden ile deneyimimizin, gerçekleştiği anda, onu bilmemizden ayırtedilemez olduğunu ya da deneyimlerimizin çoğunu bilmediğimizi söylememiz gerekir.
“Bilme” sözünü, genel olarak, bilinenin bilgiden ayrımlı olduğunun ve deneyimlerimizin çoğunu bilmediğimizin onaylandığını belirten bir anlamda kullanmak yeğlenebilir. Öyle ise, bir su birikintisini görmek ile gördüğümüzü bilmenin birbirinden ayrımlı olduğunu söylemeliyiz.
“Bilmek bilgiye uygun davranmaktır” da deniyor; bir köpeğin adını bildiğini söylediğimizde bunu anlatmak isteriz. Bu anlamda, su birikintisi konusundaki bilgim yolumu değiştirme davranışımdır. Ama bu, hem yolumu değiştirmeme başka şeylerin yol açmış olabileceği olasılığından, hem de uygun olanın, yalnızca, benim isteklerim doğrultusunda belirlenecek olmasından ötürü anlaşılamaz.
Bir deneyimi bilebilmemiz için ne yapmalıyız? Onu betimleyen sözler kullanabiliriz veya alınan görüntüler ile o deneyimi anımsayabiliriz. Bir olayı, yalnızca, dikkate de alabiliriz, ama dikkate almanın düzeyleri olduğundan tanımlanması güçtür. Bu dikkate alınan şeyi çevresinden yalıtmak gibi de görülebilir. Örneğin, bir müzik parçasını dinlerken, özel olarak, viyolonsel seslerine dikkat edebilirsiniz; geri kalanını işitmeniz bilinçsizce olur; ama “bilinçsizce” anlamı kesin olmayan bir sözdür.
Duyumsadığınız alan içindeki bir şeye dikkat etmeniz önemli. Birisi size “sarı renkli bir şey görüyor musun?” diye sorduğunda, görüş alanınızda bulunan, soru yöneltilene değin dikkat etmediğiniz, “sarı şeyi görüyorum” dersiniz. Bu, deneyimlediğiniz şey konusundaki doğrudan bilginizin, olayın yanı sıra, sizin dikkatinizi de kapsadığı anlamına gelir.
Olaylar, dikkate alındıkları sırada da “biliniyor” diyebiliyoruz. “Bilmek” eyleminin pek çok anlamı var; “dikkate almak” bunlardan biri; ama böyle bilmede sözler bulunmuyor. Bunun bir aşama sonrasında “dikkate aldığımız belirli bir olayı doğru anlattığını bildiğimiz bir tümceyi nasıl kurarız?” Sorusu geliyor. Her deneysel önerme, oluşumları sırasında veya hemen sonra, dikkate alınan (gözlenen, ayırtına varılan) bir veya daha fazla olay konusundadır.
Sıcak olduğumu dikkate aldığımda, “dikkate aldığım” olay ile “sıcağım” sözü arasındaki bağıntı nedir? Bu sorumuz ile artık, “sıcak olduğumu nasıl biliyorum?” sorununu aşıyoruz. Bu daha önceki aşamada yönelttiğimiz soruydu ve buna “dikkate alarak” yanıtını verdik. Şimdiki sorunumuz, sıcak olduğumu bilmem ile değil, bunun yanında, “sıcağım” dememin dikkate aldığım olayı anlatıp anlatmadığını ve dikkate aldığım olaydan dolayı doğru olup olmadığını bilmem ile ilgili. Anlatımın ve doğrunun dikkate alma evresinde yeri yoktur.
“Anlatım” ve “doğru” sözleri ile büsbütün bir başka şey öne sürülüyor. Olan olaylar dikkate alınabilir ya da dikkate alınmayabilir; olmayan olaylar dikkate alınamaz. Bu neden ile dikkate almanın ötesinde bir şey olmadıkça doğru da yanlış da olmaz. Ancak dikkate aldığımız bir olayı anlattığımız tümce doğru ya da yanlış olabilir.
Sıcak olmamın “sıcak” sözünü aklıma getirdiği ve “sıcağım” dememin nedeninin bu olduğu savlanabilir, ama “sıcak değilim” dersem ne olur? Böyle olduğunda, “sıcak” sözü, sıcak olmamama karşın aklıma gelmiş olur.
Bir değilleyici önermenin uyaranı, bir bölümü ile dilseldir. “Sıcak mısın?” diye sorulduğunda “hayır, sıcak değilim” dersiniz. Değilleyici önermeler söylenen bir tümcenin uyarısı ile ortaya çıkarılır, dil dışı bir uyaranın uyarısı ile değil. “Sıcak mısın?” tümcesini dinlersiniz, sıcak değilsinizdir; bu neden ile “hayır sıcak değilim” dersiniz. Bu durumda, konuştuğunuz tümce, bir bölümü ile size yöneltilen söz ve bir bölümü ile de deneyimce uyarılmıştır; ama tümceyi karşılayan bir olay yoktur.
Bir sözün kullanımına yol açan uyarıcılar çok çeşitlidir. “Sıcak” sözünü, bir önceki dizesi “kucak” sözü ile biten bir şiir yazmakta olduğunuz sırada kullanabilirsiniz. “Soğuk”, “ekvator” gibi başka sözler de “sıcak” sözünü çağrıştırır. “Sıcak” sözü bir yalın deneyiminizden kaynaklanmış da olabilir. Bu özel deneyim “sıcak“ sözünü çağrıştırmanın yanı sıra başka şeyler ile de bağıntılıdır. Demek ki, sıcak olma ile “sıcak” sözü arasındaki çağrışım bağıntının tamamını değil önemli bir bölümünü oluşturuyor.
Bir deneyim ile bir söz arasındaki bağıntı pek çok başka çağrışımdan ayrımlıdır. Bunun nedeni, her şeyden önce, çağrışım ögelerinden birinin sözel olmamasıdır. “Sıcak” ile “soğuk” veya “kucak” arasındaki çağrışım sözeldir. Bu önemli bir özel, ama “anlam” sözünün ortaya çıkardığı bir başka önemli özel daha var. Konuşmacının amacı dinleyeni bir anlama yöneltmektir; sözlerini bu amaç için kullanır. “Sıcağım” tümcesini bilgi vermek amacı ile söylersiniz.
Bilgi verdiğinizde, dinleyenlerinize, doğrudan dikkate almadığı bir olay ile ilgili eylemde bulunma olanağı da sağlarsınız. Dinlediği konuşma, ona, kendisinin deneyimlemediği sizin deneyimlediğiniz bir durumda, kendisine en uygun gelen bir davranışta bulunma yönlendirmesi sağlar. Soğuktan titreyen ev sahibine sözleri ile pencereyi açtıran bir konuk değilseniz, “sıcağım” dediğiniz olayda bu pek ayırtedilemez, ama “dikkat araba geliyor” diye bağırdığınız bir olayda bu sözünüzün dinleyici üzerindeki devindirici etkisi amacınız ile örtüşür.
Bir olayın olduğu sırada anlatılması, bir anlamda, geçmiş ile gelecek arasında kurulmuş bir köprüdür; düşünürlerin çıkarımları değil olağan yaşamdaki anlatımlar böyledir. Olayın, olayı dikkate alan A üzerinde bir belirli etkisi vardır; A’nın amacı B’nin bu olayın uygun kıldığı yönde davranmasını sağlamaktır. Bu neden ile A olayı anlatan sözü konuşur ve bunun B’nin bir belirli eylemde bulunmasının yolunu açacağını umut eder. Böylece, doğru olarak anlatılan bir tümce ile olay, bir yere değin, dinleyene duyulur kılınmaktadır.
Doğru anlatımın yöneltildiği kişinin gerçek olması gerekmez; varsayımsal olabilir. Sözün konuşulması sırasında çevrede kimse bulunmayabilir. Anlatım sağır birine veya bir kullanılan dili bilmeyen kişiye anlatılıyor olabilir. Bütün bunlar anlatımın doğru olmasını etkilemez. Dinleyenin duyuları ve dilsel alışkıları bakımından konuşana benzediği varsayılır.
Belirlediğimiz ön tanıma göre, bir duyulur olayı anlattığımız tümce sonucunda dinleyenin olayı dikkate almasından önceki tepkisinin, olayı dikkate aldığındaki tepkisinin benzeri olması gerekir. Bu tanım, bir bakıma, belirsizdir. Dinleyende oluşan tepkiyi bilebilir miyiz? Onun o sıradaki davranışının hangi bölümünün çevrenin bir belirli özeline, hangisinin öbürüne bağlı olduğunu ayırtedebilir miyiz?
Anlatımlarımız ile dinleyenlerin hepsinde aynı olaysal etkileri üretebileceğimiz doğru değil; “kraliçe Elizabeth öldü” dediğimizde onları fazla etkileyemeyiz, ama bu tümceyi, ölüm döşeğindeyken, onun başucunda söyleseydik dinleyenlerde bir güçlü eylem üretirdik. Bu örneği göz ardı edebiliriz, çünkü şu andaki olayların sözel anlatımlarını soruşturuyoruz şimdi; tarihsel doğruları ele almayı daha sonraya bırakıyoruz.
Duyulur anlamlı “sıcak” sözünü ele aldığımızda, bunun olaysal çağrıştıranlarının, yalnızca, sıcak şeyler olduğu savlanabilir. Bu durumda, bir sıcak şeyin duyumsanması sırasında aklıma “soğuk” sözü geldiğinde, bu, aklıma önce “sıcak” sözünün gelmesi ve sonra, bunun “soğuk” sözünü çağrıştırmış olmasındandır.
Çağrışımda bir sözel aracı olması asıldır. Bazı durumlar karşısında, herhangi bir sözel aracı olmadan, bir belirli söz aklımıza geliyor ise bu söz ile bu durumlardaki bir ortak özeli karşılıyoruz demektir. Bu sözü dinleyenlerde bir durumsal çağrışım olacaktır. “Bir söz ile bir durumu çağrıştırmak” derken bir kesin şey söylenmiyor. Çağrıştırılan durum, bir görüntü, bir gerçekleşmiş veya gerçekleştirilecek eylem olabilir.
Konuşanın amacının tümce ile taşındığını söyleyebiliriz; bu amaç bilgi iletmek olabilir. Bir kişinin, bir tümceyi konuştuğunda, dinleyenin davranışını etkilemesi tümceyi oluşturan sözlerin anlamlarından geliyor. Deneyimleri anlattığımız tümceler, “sıcak” gibi, duyular ile doğrudan bağıntılı sözler içermelidir; renk adları, yalın kılık adları, gürültülü, sert, yumuşak sözleri böyledir.
Tümcede hangi duyulur nitellerin adlarının geçeceğini, temelde, kılgı belirler. Her durumda, deneyimlediğimiz şey için uygulanabilir birkaç söz vardır. Bir mavi karesel içinde bir kırmızı dairesel gördüğümüzü varsayalım: “Bu mavi içinde kırmızıdır” veya “bu karesel içinde daireseldir” diyebiliriz; ikisi de gördüğümüz şeyin görünüşü konusunda sözel anlatımlardır. Gördüğümüz şey bu anlatımların ikisini de doğrular. Renkler bizi çektiğinde birinciyi, geometri ile ilgileniyorsak ikinci anlatımı yeğleriz.
Sözel kullanımlarımız ile hiçbir zaman bir duyulur deneyim konusunda söyleyebileceklerimizin hepsini tüketemeyiz. Deneyimimiz konusunda söylediğimiz deneyimimizden daha soyuttur. Ayrıca, anlatımımızı doğrulayan deneyim, deneyimlemekte olduğumuzun, yalnızca, bir bölümüdür. Genel olarak, o sırada, anlatımımızı doğrulayanlara ek olarak pek çok kılığı, sesi ve rengi de duyumsuyoruz.
Bir andaki deneyimlerimize dayanan çoğu anlatım “sıcağım”dan daha karmaşıktır; “bu karesel içinde daireseldir”, “bu mavi içinde kırmızıdır” ya da “bu mavi karesel içinde kırmızı daireseldir” anlatımları buna örnektir. Böyle anlatımların gördüklerimizin doğrudan anlatımları olduğu savlanabilir. Ayrıca, gözlemin doğrudan sonucu olarak, “bu şundan daha sıcaktır” veya “bu şundan daha gürültülüdür” diyebiliriz; ikisi de aynı görüntü içinde yer alıyor ise,“bu şunun önündedir” de diyebiliriz.
A bir mavi dairesel, B bir yeşil dairesel, C bir sarı dairesel ise ve hepsi bir tek görsel alanda bulunuyor ise, gördüğümüzü anlatarak, “A C den çok B ye benziyor” diyebiliriz. Bilinen kadarı ile algılanabilecek olanın karmaşık olma düzeyi konusunda, herhangi bir kuramsal kısıtlama yoktur.
Algılananın çok karmaşık olması anlatımımızı belirsizleştirir. Bir görsel alanı önce bütün olarak, ardından bölüm, bölüm gözlemleriz; örneğin, bir tabloya bakarken bu böyledir. Tabloda, devinimdeymiş gibi gözüken, dört erkek, bir kadın, bir bebek, bir öküz ve bir eşek görüntüsü bulunduğunu aşama, aşama bulgularız. En baştan, bir anlamda, bütününü görmüş olduğumuz, bu görüntülerin tabloda bulunduğunu ve bağıntılarını, kesin olarak, ancak, bütün bu aşamalardan sonra söyleyebiliriz.
Duyum aşamasında, bir tablodaki bütün görüntülerin ve bağıntılarının, çözümsel olarak, hiçbir zaman ayırtına varamayabiliriz de. Karmaşık olmayı birbirinden ayırtedebildiğimiz, birbiri ile bağıntılı olarak ayırtına vardığımız şeyler oluşturur. Örneğin, bir kişi bir müzik yapıtını bütünü içinde dinleyebilir; başka bir kişi ise, bu bütünü oluşturan bağıntıların ve ayrı ayrı bütün çalgıların ayırtına varabilir. İşte biz bu ikinci durumdaki algıya “karmaşık” diyoruz.
İlgilendiğimiz karmaşık olma düzeyi algı yargısının mantıksal biçimi ile ölçülür. Bu bakımdan en yalın önerme bir özne yüklem önermesidir; örneğin, “bu sıcaktır” gibi. “Bu şunun solundadır”, “bu şu ile o arasındadır” daha karmaşık önermelerdir. Burada önemli olan, böyle şeyleri anlatan önermelerin, ne kadar karmaşık olurlar ise olsunlar, doğrudan deneyime dayanmalarıdır. Böyle olduklarından, doğrudan deneysel önermelerin hepsi “sıcağım” değin doğrudur.
Algı yargısının mantıksal biçimi ile ölçülen karmaşık olma Gestalt kuramında ele alınan durumdan apayrı bir şeydir. Örneğin, oyun kâğıtlarından sinek onlusuna baktığında oyun kâğıtları ile haşırneşir bir kişi bunun ne olduğunu hemen anlar; bunu çözümleme yaparak değil, bir Gestalt algısı ile anlamıştır. Ama o sırada, onda beyaz bir zemin üzerinde on benzer siyah kılık bulunduğunu da görmüştür.
Sinek ikilisine bakarak “şunlar beyaz zemin üzerinde iki benzer kılıktır” dersem, bu söylediğim, yalnızca, bir duyuverisinin anlatımı değil, onun bir çözümlemesidir de. Bu, gözlerimi kullanarak, bir çıkarıma gerek duymadan, bildiğim bir önermedir. “Bu beyaz zemin üzerinde bir siyah kılıktır”, “şu beyaz zemin üzerinde bir siyah kılıktır” ve “bu şuna benzerdir” önermelerinden de yukardaki önerme çıkarsanabilir, ama onu bilmek için çıkarıma başvurmak zorunlu değildir.
Duyuverilerini doğrudan anlatan, çıkarım ile ulaşılamayacak önermeler ile duyuverilerinin doğrudan anlatımı olup da, çıkarım yolu ile de elde edilebilecek önermeler arasında ayrım yapılmalıdır.
Bazen, bir önermenin hangi sınıftan olduğunu ayırtetmekte zorlanırız. Sinek ikilisine bakalım: “Bu şuna benzerdir” önermesi iki kılık için geçerli olsun. Kılığı “yoncakılığı” diye adlandırırsak, “bu yoncakılığındadır” ve “şu yoncakılığındadır” diyebiliriz. Ayrıca, “bu siyahtır” “şu siyahtır” da diyebiliriz. Bunlardan “bu şuna renk ve kılık bakımından benzerdir” sonucuna ulaşabiliriz.
“Bu şuna (renk ve kılık bakımından) benzerdir”, bir anlamda, “yoncakılığı”nda olanlar konusundaki iki sözel anlatım ile “siyah” olanlar konusundaki iki sözel anlatımın benzer olmasından yapılmış bir çıkarım olabilir. Dolayısı ile “bu şuna benzerdir” biçimindeki bir önermenin, duyulur verilerin anlatımı olabilmesi için, sözel anlatımlardan, en az, birinin, o sıradaki duyuverilerini karşılaması gerekiyor.
Varsayalım ki, rengi saptamanın önemli olduğu deneyler yapıyorsunuz. Siyah bir şey gözlemliyor ve seskaydedicinize “siyah” diyorsunuz. Ertesi gün de aynı sözü yineliyorsunuz. Üçüncü gün bunları dinlediğinizde iki “siyah” seslemesinin benzer olduğunu deneyimleyebilirsiniz. Bundan, iki ayrımlı günde gördüğünüz renklerin benzer olduğu çıkarımını yapabilirsiniz.
Hızlıca artarda iki siyah renkli şey görüp de her biri için “bu siyahtır” demenizden hemen sonra, sözlerinizi anımsayabilirsiniz, ama renkli şeylerin görüntüleri ortadan kalkmıştır. Bu durumda, şeylerin benzer olmasını “siyah” sözünün benzer olmasından çıkarsarsınız. Dil ile de “benzer”den “özdeş”e geçilemez. Böyle durumlardan yapılan çıkarımın ne olduğu ya da ne olmadığı sorusu, ruhbilimsel açıdan, bir kesin yanıtlanmamış sorudur.
Kuramsal olarak, hepsi doğrudan deneyime dayanarak savlanan “p”, “q”, “r” önermelerinden “r” önermesi, onu “p” ve “q”den çıkarsamak olanaklı ise, öncül olmaktan çıkarılabilir. Deneysel öncülleri en aza indirgemeye çalışmak bilgi kuramına uygundur.
Ardışık olarak iki şeyin de siyah olduğunu gördüğümüz durumda “bu siyahtır” ve “şu siyahtır” önermelerini deneyim ile elde ederken “bunların ikisi de siyahtır”ı çıkarım ile elde ediyoruz. Çıkarımda iki “siyah” sözü özdeş görülüyor. Mantık, konuşulan sözler ile değil, önermeler ile ilgilidir. Mantığa göre, “bu siyahtır”, “şu siyahtır” önermelerinin ikisinde de aynı “siyah” sözü geçer.
“Bu siyahtır” ve “şu siyahtır” tümcelerini konuştuğumuzda, deneysel ruhbilimsel bir olay olmak bakımından, “siyah” sözünün iki ayrı örneğini söyleriz. Bu önermelerden “bu ile şu siyahtır”ı çıkarsayabilmek için, ilk “siyah” sözü ile ikinci “siyah” sözünün aynı olması gerekir. Oysa bunlar, konuşulan tümcede, “siyah” sözünün iki ayrı örneğidir. Her konuşmamda sözün bir başka örneğini söylerim; Platon evrenindeki değişmeden kalan, duyumsanamaz kendinde şeyi adlandırmam.
Konuşulan sözlerin, gerçek olmalarına karşın, tümel gibi alınmaları ve mantık, onulmazca, platoncudur. “Bu siyahtır”, “şu siyahtır” dediğimde iki şey konusunda aynı yüklemi söylediğimi sanırım. Ama “bu ile şu siyahtır” dediğimde bu ile şu konusunda daha öncekilerden ayrımlı bir şey söylediğimin ayırtına varırsam, bu deneysel ruhbilimsel olayı çözümlemekte başarıya ulaşırım.
“Siyah” sözünün yinelenen kullanımlarında aynıymış gibi görülmesi bir yanılsamadır. Gerçekte, bunların arasındaki bağıntı benzer olmadır. “Siyah” sözünün iki anlatımı arasındaki benzer olmayı algılamak, iki siyah peçenin birbirine benzer olmasını algılamaktan ayrımlı değildir.
Bir siyah peçe bir “siyah” sözünün söylenmesine, başka bir siyah peçe bir başka “siyah” sözünün söylenmesine neden olabilir; bu sözler benzerdir; ama bu bağıntı algılanmayabilir. Peçelerin rengi benzerdir; bunların sözel karşıladıkları da benzerdir. Anlatımlar da gerçek şeyler olduklarından onlarda bulunabilecek benzeme gözlemlenebilir, ama konuşan kişi bunu zorunlu olarak algılamaz. Sorun mantık ve tümeller kuramı ile bağıntılıdır.
Mantıkta onaylanan, ayrımlı durumları karşılayan belirli bir sözün ayrımlı sözel anlatımlarda aynen geçebileceği anlayışı, dikkatli olmazsak, “Londra da şu anda bir okapi vardır” ve “New York da şu anda bir okapi vardır” önermelerinin doğru olabileceğine dayanarak, aynı okapinin, aynı anda, hem Londra da hem de New York da bulunduğu çıkarımını yapmamıza neden olabilir.
Bir Gestalt algısından çözümsel bir algıya geçtiğimizde, örneğin, bir bütün olarak gördüğümüzdeki “sinek ikilisi kağıdı”ndan, bunun bölümlerini ve bölümleri arasındaki bağıntıları algıladığımızdaki “beyaz zemin üzerinde iki benzer siyah kılık”a geçtiğimizde ne olur? Bir duyulur olay türünü adlandırmak böyle çözümsel yargıları engeller.
Bir oyun kâğıdı destesinde dört tür ve her bir türden onüçer oyun kâğıdı bulunduğunu biliyorsanız ve oyun kâğıtlarını böyle çift yönlü sınıflandırmaya alışkınsanız, bu alışkın olma, sizin bir sinek onlusunu, bir bakışta, oyun kâğıdının üzerindeki kılıkların düzeninden, tanımanızı sağlar. Ama bir oyun kâğıtlarına alışkın olmayan kişinin bir oyun kâğıdının kaçlı olduğunu bilmesi için ona kadar sayabilmesi gerekir.
Saymak için gereken matematik bilgisi çok abartılıyor. Bir sepet fındığı saymanız gerektiğinde, doğru sırayla “bir, iki, üç” diyerek saymaya alışkınsanız, fındıkları, birer, birer başka bir sepete aktarabilir ve sonunda, alışkın olmanızın sonucu olarak, belirli bir düzende gelen bir sesler dizisi dışında belleğe başvurmadan veya sayıların ne olduğunu kavramaya gerek duymadan fındıkları saymış olursunuz. Bu, dili kullanan kişinin, bildiğini karşılayanlardan çok daha fazla sözü nasıl konuşabildiğini açıklar.
Bir siyah şey, sizin, sözlerin anlamlarının ayırtına varmadan, katıksız bir işleysel davranış ile “bu siyahtır” demenizin nedeni olabilir. Aslında, düşünmeksizin söylenen sözlerin doğru olma olasılığı, belki de, bilinçli olarak söylenenlerden daha fazladır. Çünkü Türkçe biliyorsanız, sizin için, bir siyah nesne ile “siyah” sözü arasında, öğrenirken edindiğiniz özel nedensel bir bağıntı bulunmaktadır. Gösterdikleri şeylerin orada bulunmasının uyarması sonucunda oluşturulan tümcelerin doğru olmasına bir yüksek olasılık veren budur.
Bir siyah nesne görüp “bu siyahtır” dediğinizde, genel olarak, söylediğiniz bu sözleri dikkate almazsınız. O şeyin siyah olduğunu bilirsiniz, ama söylediğinizin ne olduğunu bilmezsiniz. “Bilmek” eylemini, burada, “dikkate almak” anlamında kullanıyoruz. Konuştuğunuzu dikkate alabilirsiniz, ama bunu yalnızca, bir nedenden ötürü, konuşmanız sizi, nesnenin ilgilendirdiği kadar ilgilendiriyor ise, örneğin, dil öğrenimi veya seslendirme alıştırması için, yaparsınız.
Dilin olaylar ile bağıntısını araştırıyorsanız, söylediğiniz sözler ile olay arasındaki bağıntının ayırtına vararak “`bu siyahtır´ dedim çünkü şuradaki siyahtır” dersiniz. Bu önermede geçen “çünkü”nün dikkate alınması gerekiyor. Şu üç önermenin bağıntılarını irdeleyelim: “Bu bir siyah peçedir”, “`bu bir siyah peçedir´ dedim”, “`bu bir siyah peçedir´dedim çünkü şuradaki bir siyah peçedir”. Burada, üçüncü önerme ile ilgili iki soru ortaya çıkıyor: Bunlar “bu önermeyi ne yolla biliyorum?” sorusu ile “bu önermedeki durumunda `çünkü´ sözünün anlamı nedir?” sorusudur.
“`Bu bir siyah peçedir´dedim çünkü şuradaki bir siyah peçedir” bir deneyimi anlatan önerme olduğundan, bunu, öbür deneysel önermeleri bildiğimiz gibi bildiğimiz görüşünün dışına çıkamayız. Ama bu görüşü gerektiği gibi değerlendirebilmek için, önce, “`bu bir siyah peçedir´ dedim” sözünün biraz daha kesin olmasını sağlamamız gerekiyor; çünkü bu, yalnızca, belirli sesler çıkarmış olduğum anlamına da, bir savda bulunduğum anlamına da çekilebilir. Bir savda bulunmam bu önermeyi bir amaç için söylediğim anlamına gelir.
Bir şeyin olduğunu öne sürmek amacı ile değil, bir şiir dizesini okuduğumdan “bu bir siyah peçedir” demiş olabilirim. Bu durumda “`bu bir siyah peçedir´dedim çünkü şuradaki bir siyah peçedir” doğru olmaz. Bu neden ile bunun doğru olması için, “`bu bir siyah peçedir´ dedim”in tümcesel bir bölümünü oluşturan sesleri çıkarmam, “bu bir siyah peçedir” demem yeterli değildir. Bu sesleri orada olan duyulur bir olay konusunda bir savda bulunmak amacı ile çıkarmam gerekmektedir; amacım açıkça bir şeyin olduğunu bildirmek olmalıdır.
Sözleri, bizi doğrudan etkileyen nedenler ile de ortaya çıkarabiliriz; canım acıdığında “ah” demem gibi. Birisi bana “niçin ah dedin?” diye sorduğunda “çünkü dişim ağrıdı” diye yanıtlarsam, buradaki “çünkü”nün anlamı “`bu bir siyah peçedir´dedim çünkü şuradaki bir siyah peçedir” önermesindeki ile aynıdır. “Çünkü”, iki durumda da, bir deneyim ile bir söz arasındaki gözlemlenmiş bağıntıyı anlatır.
Bir sözü bir bağıntıyı gözlemlemeden de doğru kullanabiliriz. Ama sözel tanımı olmayan, anlamı ile karşı karşıya gelerek öğrenilen bir sözün anlamını, yalnızca, bağıntıyı gözlemleyerek, açıkça, bilebiliriz. Bir acı çığlığı ile “siyah” sözü arasındaki ayrım, çığlığın koşulsuz tepke olmasıdır. Ama bu ayrım “çünkü” sözünü kapsayan bir ayrım değildir. Bir dili öğrenmiş olan kişiler belirli durumlarda belirli sözleri kullanmak üzere bir itki edinmiştir. Edinilen bu itki acı duyulduğunda çığlık atmak itkisine kesin olarak benzer.
“Bu bir siyah peçedir” demek için çeşitli nedenlerimiz olabilir: Siyah peçe, bize, hayretten bağıracak kadar ilginç gelebilir. Bilgi vermek isteyebiliriz; birilerinin dikkatini bir şey üzerine çekmek amacında olabiliriz. Bir şiiri okurken olduğu gibi, sözleri, bir sav ileri sürmeden kullanabiliriz. Bu sözü söyleme nedenimizin bunlardan hangisi olduğunu, içebakış adı verilen bir gözlem türü yolu ile bilmek isteyebiliriz. Ama onu söylememizin nedeni ne olur ise olsun , “`bu bir siyah peçedir´dedim çünkü şuradaki bir siyah peçedir” önermesi iki deneyim arasındaki bir gözlemlenmiş bağıntıyı anlatır.
En yalın olaydurumu, “bu bir siyah peçedir” seslemesinin nedeni olan, siyah peçe görüntüsüdür. Bu, “`bu bir siyah peçedir´dedim çünkü şuradaki bir siyah peçedir” önermemizde ele aldığımız durumdur. Ama aynı önermede geçen “çünkü”nün anlamı konusunda yapılacak daha ayrıntılı tartışmaları, önermesel tutumları ele alacağımız bölüme değin erteliyoruz.
Tarski, “Der Wahrrheitsbegriff in den Formalisierten Sprachen” görülen başlığı taşıyan çalışmasında, “doğru” ile “yanlış” sözlerinin belirli bir dilin tümceleri konusunda kullanılabilmeleri için bir üst dilin zorunlu olduğunu ortaya koyuyor. “Aşamalı Diller Kuramı”, Türler Kuramı bağlamındadır. Bu yaklaşım mantıksal çatışkıların giderilmesi için de gereklidir.
Dilin aşamaları, yukarı doğru, belirsiz olarak, sürer, ama aşağı yönde böyle değildir; böyle olsaydı dilin bir başlangıcı olmazdı. Dolayısı ile en alt düzeyde bulunan bir dil vardır. Örneği birden fazla olan, böyle bir dili anlatmaya çalışacağız. En alt düzeydeki dile “asıl dil” diyeceğiz. Amacımız, bu temel dili belirlemek ve betimlemek. Asıl dilin aşamaları olan dillere ikincil, üçüncül … dil denecek. Bundan, her bir aşamadaki dilin, kendinden daha alt aşamadaki dilleri, bütünü ile içerdiği anlaşılmalıdır.
Asıl dilin, hem mantıksal hem de ruhbilimsel açıdan belirlenebileceğini göreceğiz, ama biçimsel tanımlamalara kalkışmadan önce, biçimsel olmayan bir ön inceleme yapmak yerinde olur. Tarski’nin savına göre, “doğru” ve “yanlış” sözleri asıl dilin sözleri değildir; çünkü bu sözlerin her biri, n’inci dilin tümcelerine uygulandığında, n+1 inci dilde anlatılmıştır. Bu, asıl dildeki tümcelerin doğru ya da yanlış olmadığı anlamına gelmez.
“p” Asıl dildeki bir tümce olduğunda, “p doğrudur” ve “p yanlıştır” tümceleri ikincil dildeki tümcelerdir. Çünkü bir asıl dil var ise bu dilin sözlerinin hepsi dil dışına uygulanan sözler olmalıdır. “Doğru” ve “yanlış” tümcelere uygulandığından önceden bir dilin olmasını gerektirir.
Asıl dilde savlamalar yapabiliriz, ama aynı dilde bu savlarımızın veya başkalarının savlarının doğru ya da yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Asıl dildeki savlarımızdan söz ederken bir yanlış anlamaya engel olmalıyız; çünkü “sav” belirsiz bir terimdir; değillemenin karşıtı olarak da kullanılan bu terim, böyle alındığında asıl dilde yer alamaz. Değil ile bir sözel anlatının yanlış olduğu söyleniyor. “Değil” sözü, yalnızca, bir tümceye eklendiğinde anlam taşır.
“p” Asıl dilin bir tümcesi olduğunda, “p değil” ikincil dilin olur. Örneğin, birbirine benzeyen, şeker kabı yerine, tuz kabını kullandınız ve “bu şeker değil” diye bağırdınız; bu ikincil dildedir. Sonra öbürünü alarak “şeker bu” diyorsunuz. Ruhbilimsel açıdan, aldığınızın şeker olduğunu savlarken, aslında, “bunun şeker olduğu doğrudur” diyorsunuz ve bu asıl dilde söylenemeyecek bir sözdür. Değillemenin karşısavı gibi alınan bir savlama ikincil dilin tümcesidir. Asıl dilde yapılan bir savlamanın, o dilde değillemesi olmaz.
“Değil” sözü, yalnızca, bir tümceye eklendiğinde anlam taşır. “Veya”, “ama” gibi bağlaçlar tümceleri birbirine bağlar. Bunlar kendi başlarına anlamlı değildir; bunlar bir dilin olmasını gerektirir. Bu, “bütün” ve “bazı” için de geçerli. Bütün şeyler veya bazı şeyler gibi kullanımlar olanaklı, ama başka sözler ile beraber olmadıklarında “bütün” ve “bazı” anlamsızdır.
Mantıksal terimlerin hiçbiri asıl dilde bulunmaz. Bunların hepsi önermesel biçimi gerektirir: “Değil” ve bağlaçlar önermeleri zorunlu kılarken, “bütün” ve “bazı” önerme işlevlerini gerektirir.
Olağan konuşmalarda, “dır” ve “göre” gibi, dil dışını anlatmayan salt sözdizimsel sözler kullanılıyor; bu sözler asıl dilde bulunmaz. Gereksiz olan bu sözler mantıkta da görülmez. “A B den öncedir” yerine görüleni “A önce B” yazarız. Mantıksal bir dil ile “A sarıdır” yerine görülen “sarı (A)” yazılır. “Gülümseyen hainler vardır” yerine ise görülen “´x gülümsemez veya x bir hain değil´in bütün değerlerinin yanlış olduğu yanlış” yazılıyor.
Geleneksel fizikötesinde geçen “varoluş” ve “varolan (varlık)” sözleri “dır”ın, dil dışında gerçekten varmış gibi alınan, anlamsal biçimleridir. Anlamları dilsel olan “dır” asıl dilde bulunmadığından “varolan” ve “varoluş”, olaylara doğrudan uygulanabilir olmayan, ikincil dilden sözlerdir.
Asıl dilin dışında tutulması gereken bir söz sınıfı daha var. Bir tümcede “inanmak”, “istemek”, “kuşkulanmak” gibi eylemlerden biri geçtiğinde, onu inanılan veya istenen veya kuşkulanılan şeyin ne olduğunu anlatan bir tümce izlemektedir. Hepsinin anlamı ruhbilimsel olan bu sözler, tümce gerektirir. Bu sözlerin “veya” gibi sözlerden ayrımlı olduğunu göstereceğiz. Bunlar gözlemlenebilir olayların betimlenmesinde kullanılan sözlerdir.
Kâğıt görmek istersem, bu isteğimi, bir kâğıt parçasına bakarak, kolayca yerine getirebilirim. Oysa “istemek” sözünün geçtiği bir tümcenin, anlamlı bir anlatım olabilmesi için, bir alt tümce içermesi gerekiyor. Böyle sözler sorunlara yol açar ve belki, bunların asıl dilden olduklarını gösterecek bir çözümleme yapılabilir; ama bunların, şu anda asıl dilde bulunmaları olanaksız göründüğünden, bu dilin dışında tutulmaları gerektiğini onaylıyoruz.
Asıl dili (olay dilini) “tamamı olaysal sözlerden oluşan dil” olarak tanımlayabiliriz. Olay sözleri, mantıksal bakımdan, “tek başına anlamlı sözler”, ruhbilimsel açıdan da, “önceden öğrenilmiş başka sözlere başvurmadan öğrenilen” sözler diye açıklanıyor. Bu iki açıklama eşdeğer değil ve çatıştıkları yerde mantıksal olanı yeğlenmeli. Algısal yetilerimizin sınırsız olduğu varsayımı doğrulansaydı ancak, bu iki açıklama eşdeğer olurdu.
Bir bingenin bingen olduğunun, yalnızca, ona bakarak ayırtına varamayız; ama bunu becerebilecek bir şeyi kolayca imgeleyebiliriz. Öte yandan, herhangi bir dilin bilgisinin, anlamı biçimsel bir tanım olan “veya” sözü ile başlaması, açıkça, olanaksızdır.
Gerçek olay sözleri sınıfına ek olarak, bir de olanaklı olay sözleri sınıfı vardır. Pek çok bakımdan, bu gerçek olay sözleri ile olanaklı olay sözlerini içeren sınıf, yalnızca, gerçek olay sözlerini içeren sınıftan daha önemlidir.
Anlamını bilmediğimiz bir sözün anlamını sözlükten öğreniriz. Anlamını bilmediğimiz söz sözlükte anlamını bildiğimiz sözler yolu ile tanımlanır. Ama sözlükte bir söz başka sözler ile karşılandığına göre, anlamını sözel tanımlar olmaksızın bildiğimiz bazı sözler olmalıdır. Az sayıdaki bir bölümü ve “veya”, “değil” gibileri asıl dilden olmayan, sözel tanımlara başvurmadan bilinen sözlerin çoğu asıl dilden sözlerdir. Sözlük sözleri göz ardı edilebilir. Çünkü tanımları ile yer değiştirmeleri olanaklı olduğu için bu sözler, kuramsal olarak, gereksizdir.
Bir olay sözünün öğrenilmesi konusunda ele alınması gereken dört şey var: Birincisi dinlenen seslemenin bağıntılı olduğu olay karşısında anlaşılması, ikincisi dinlenen seslemenin olay ortada olmadığında anlaşılmasıdır. Üçüncüsü sözün olayın karşısında konuşulması ve dördüncüsü sözün olay göz önünde bulunmadığında konuşulmasıdır. Bir çocuk bu yetenekleri, yaklaşık olarak, yukardaki sıra ile kazanır.
Dinlenen bir seslemeyi anlamak, davranışçı görüşe veya bireysel ruhbilime dayanarak açıklanabilir. Bir köpeğin bir sözü anladığını söylediğimizde, anlatmak istediğimiz tek şey, onun işittiği söze uygun davrandığıdır; onun ne düşündüğünü bilemeyiz. Örneğin, bir köpeğe adını öğretme sürecini ele alalım: Süreç ona adı ile seslenmeyi, geldiğinde ödüllendirmeyi, gelmediğinde cezalandırmayı kapsar. Bağıntı, bu durumda, bir haz, acı bağıntısıdır ve bu yüzden, köpekler, en iyi, buyrukları anlar.
Bir olay sözünün anlamı, yalnızca, seslendirilmesinin, sözün anlamı olan olayın karşısında sıkça dinlenmesi ile öğrenilebilir. Söz ile sözün anlamı olan olay arasındaki bağıntı, örneğin, görme duyusu ile dokunma duyusu arasındaki bağıntı gibi, alışkın olmaya bağlı herhangi bir bağıntı gibidir. Bağıntı kurulduğunda, olay sözü, söz de olayı çağrıştırır. Bir olay sözü ile anlamı arasında bağıntı kurulduktan sonra artık, söz karşıda olayı olmasa da anlaşılır.
Bir tilki gördüğü için “tilki” diyen birisinin yanında olduğunuzu ve onu dinlemenize karşın tilkiyi görmediğinizi varsayalım. “Tilki” sözünü anladığınızda nasıl davranırsınız? Çevrenize bakarsınız. Ama “kurt” veya “zebra” deseydi de böyle davranırdınız. O sırada, sizde bir tilki imgesi belirebilir, ama gözlemciye bu sözü anladığınızı gösteren, tilkiyi gördüğünüzde davranacağınız gibi davranmanızdır.
Genel olarak, anladığınız bir olay sözünü dinlediğinizdeki davranışınız, bir yere kadar, olayın kendinin neden olacağı bir davranıştır. Bu davranış, herhangi bir zihinsel işleme gerek olmaksızın, söz ile olayın bağıntısı kurulduğunda, koşullu tepkelerin kuralları ile oluşabilir. Sabah, size, “kahvaltı hazır” denebilir veya sucuklu yumurtanın kokusunu alabilirsiniz. İkisinin de davranışınız üzerindeki etkisi benzerdir. Sucuklu yumurta kokusu ile sucuklu yumurta arasındaki bağıntı doğaldır.
“Kahvaltı” sözü ile kahvaltı arasındaki bağıntı, yalnızca, Türkçe konuşan insanlarda bulunan bir toplumsal özeldir. Bu, yalnızca, toplumu bir bütün olarak aldığımızda böyledir. Her çocuk, yürümeyi öğrendiği gibi anne, babasının dilini de öğrenir. Çocuk, sözler ile şeyler arasında, olağan deneyimler yolu ile belirli bağıntılar oluşturur ve bu bağıntılar, yumurtaların veya kibrit çöplerinin özelleri benzeri doğalmış gibi görünür. Sözler ile nesneler arasındaki bağıntılar, çocuk yabancı bir ülkeye götürülmediği sürece, gerçekten, nesnelerin özelleri ile aynı düzeydedir.
Sözlerin bir bölümü olağan deneyimler yolu ile öğrenilir. “Oyalanma” sözünü, kimse, birinin oyalandığı durumlarda konuşulmasını sıkça dinlediğinden öğrenmez. Ama tanıdığımız kişilerin özel adlarını, “insan”, “köpek” gibi sınıf adlarını; “sarı”, “sert”, “tatlı” gibi duyulur nitel adlarını; “yürümek”, “koşmak”, “yemek”, “içmek” gibi eylem adlarını; “önce”, “sonra”, “hızlı”, “yavaş” gibi sözleri, sözün anlamı ile doğrudan bağıntısı yolu ile öğreniriz.
“Onikiyüzlü” gibi bileşik sözleri, “değil”, “ya da”, “bütün”, “bazı” gibi mantıksal terimleri sözün anlamı ile doğrudan bağıntısı yolu ile öğrenmeyiz. Mantıksal terimler, daha önce söylediğimiz gibi, bir dilin olmasını gerektirir. Daha doğrusu, “atomsal biçimler” diye söz ettiklerimizi önceden varsayar. Mantıksal sözler, dilin ilksel olmayan bir aşamasının sözleridir. Bunları, dil dışı olaylar ile en yakından bağıntılı olan konuşma biçimlerinin arasına katmamak için dikkatli olmalıyız.
Bir sözün anlaşılmasını bir olay dilinin anlaşılması örneği kılan nedir? Bir tümce olay dilinde konuşulup daha üst aşamadaki bir dilde anlaşılabilir ve bunun tersi de olanaklıdır. Çevrede kedi yokken “kediler” diyerek köpeğinizi kışkırtırsanız, ortada kediler görülmediği için sözünüz üst dildedir, ama köpeğin bunu anlaması olay dilindedir. Dinlenen bir söz, anlamına uygun bir davranışa yol açıyor ise olay dilinde olur.
Söylenenden kuşkulandığınızda veya onu yadsıdığınızda, dinlediğiniz olay dili olmaktan çıkar, çünkü böyle bir durumda sözler üzerinde durursunuz. Oysa olay dilinde sözler saydamdır, onları dikkate almazsınız, başka bir deyiş ile sözlerin davranışınız üzerindeki etkileri, yalnızca, anlamlarına bağlıdır ve adlandırdıkları şeyin duyulur olması sonucunda ortaya çıkacak etkiler ile bir bakıma, özdeştir.
Konuşmayı öğrenmede iki öge var: Biri kas becerisi, öbürü, bir sözü uygun durumlar için kullanmaya alışkın olmadır. Çocuk, kendi kendine, anlam çağrıştıran sesler çıkarabilir ve yetişkinlerin seslemelerine öykünmek eğilimindedir; yetişkinlerin çevreye uygun bulduğu bir sesi çıkardığında hoşlanır. Dolayısı ile çocuklar, hayvanların eğitilmesinde kullanılan haz ve acı yöntemi ile bir süre sonra, duyulur olaylara uygun seslemeler yapmayı öğrenir.
Çocuklar duyulur olayların seslemelerini öğrendikten sonra elde etmek istedikleri şeylere uygun olanları kullanmaya çalışır. Bu gerçekleştiğinde çocuk olay dilini öğrenmiştir. Olaylar bağıntılı oldukları sözleri akla getirir; sözler ise bağıntılı oldukları olayları çağrıştırır. Bir olayı adlandıran söz, yalnızca, o olayın karşısındayken değil, onun düşünülmesi ile de akla gelir.
Görmüş olduğumuz gibi, sözleri, anlamını söz ile olay arasında kurulan doğrudan bağıntı yolu ile öğrendiğimiz olay sözleri, olay dilinde bulunmayan önermesel (mantıksal) sözler ve anlamını sözel bir tanım yolu ile öğrendiğimiz sözlük sözleri olmak üzere, üç sınıfa ayırabiliriz.
Olay sözü ile sözlük sözü arasındaki ayrım, kişiden kişiye önemli ölçüde değişir. “Beşliyıldız (pentagram)” çoğu insan için bir sözlük sözüdür, ama bunlar ile donatılmış bir evde büyümüş bir çocuk için bir olay sözü olabilir. Dikkate alınması gereken, olay sözlerinin önce gelmesidir. Çünkü onlar önceden olmasaydı sözel tanımlar hiçbir şey bildiremezdi.
Bir kişinin yalnızca olay sözleri ile dil bakımından neler yapabileceğini görelim; onun olay sözleri edinmek için, her olanağı değerlendirmiş bir kişi olduğunu varsayalım, duyulur dünyayı her yönü ile deneyimlemiş, ama “değil”, “veya”, “bazı” gibi sözlerin kullanımını edinememiş bu kişiye “gitmediğin bir ülke var mı?” diye sorduğunuzda, ne dediğinizi anlamayacaktır.
Yalnızca olay dilini bilen bir kişi “gözlem yolu ile bilinebilecek her şeyi bilecek, ama çıkarım gerektiren hiçbir şeyi bilmeyecektir” diyebilir miyiz? Önce, sorumuzu değiştirip, neyi bilebileceğini değil, sözler ile neyi anlatabileceğini soralım. Bu kişi, bütün gözlemlenebilir olayları sözler ile anlatabiliyor ise, ne kadar olay var ise o kadar sözünün olması gerekir; ama bazı sözler bazı olayların içinde bulunduğundan (anlatımlar da olaydır) sözlerin sayısı sonsuzdur ve dolayısı ile bu kişinin bilmediği olaylar vardır.
Yalnızca olay dilini bilenin anlatmada “şunu dışarda tutmalıyım” diyebileceği belirli bir olay bulunmaz. Bu kişi Şükrü adında biri karşısında “Şükrü’yü görüyorum” dediğinde, bu sözün kendi de bir gözlemlenebilir olay olduğundan “Şükrü’yü gördüğümü söylüyorum” diyor. Olaycı bu zinciri isteği ile belirli bir noktasından kıramaz. Ama bu zinciri bir zaman anında kırması zorunludur ve o anda sözler ile anlatamadığı (kendi ölümü olan) bir gözlemlenebilir olay vardır.
Öyle görünüyor ki, bir ölümlünün her gözlemlenebilir olaya bir sözel anlatım vermesi olanaksız. Ama bir ölümlünün her gözlemlenebilir olayı sözel olarak anlatabilme olanağı vardır. Bu bir çelişki değil. Bu durumda, değerlendirmemiz gereken iki ayrımlı bütün bulunuyor: Birincisi, söz konusu kişinin gerçekleştirdiği anlatımların bütünü; ikincisi de bu kişinin olanaklı anlatımlarının bütünüdür. Gerçekleştirdiği anlatımların, bu ikinci anlatımların içinden seçilmiş olması gerekir.
“Olanaklı” anlatım nedir? Anlatımlar boranlar veya demiryolu kazaları gibi fiziksel olaylardır. Şairlerden veya öykü yazarlarından biri gerçekleşmemiş bir boranı betimleyebilir, ama bir anlatım, söylenmeden betimlenemez. Bir siyasal konuşmayı anlatırken “A’nın söylemediği şuydu” diyebilirsiniz ve bunun ardından söylemediği anlatımı söylersiniz. Yani, söylenmemiş bir anlatım söyleniyor. Bu güçlükten kaçınmanın yolları var. Bu yollardan en iyisini olanaklı kılan Gödel’dir.
Gödel bütünü ile belirlenmiş söz dağarcığı ve söz dizimi olan, bütünü ile biçimselleştirilmiş bir dili varsayar. Söz dağarcığının sözlerine ve bunun sonucu olarak, dildeki bütün olanaklı tümcelere, aritmetik kurallar ile sayılar verir. Varsayımda, söz dağarcığı sonludur, ama tümcelerin uzunluğunda sınırlama yoktur (sonlu olmaları dışında); olanaklı tümcelerin sayısı sonlu tamsayıların sayısına eşittir. Sonuçta, n bir sonlu tamsayı ise n’inci bir belirli tümce vardır ve kurallarımız bu tümceyi n sayısı ile belirlememize olanak tanıyacaktır.
A’nın olanaklı anlatımlarını, konuşarak gerçekleştirmesine gerek kalmaksızın, Gödel’in ortaya koyduğu biçimsel dilde gösterebiliriz. “A, kesinkes, bir 13 ile bölünebilen sayıyı karşılayan anlatımda bulunmaz” veya “A’nın bütün anlatımlarının sayısı asal sayılar değindir” diyebiliriz. Ama Gödel’in çözümünün, sonlucularca vurgulanan türden, sorunları var.
Doğal sayılar dizisinin bütününü, bir anlamda, “belirli” olarak düşünüyoruz ve olanaklı anlatımlar kuramının kesin olması için bu düşünüye dayandık. Peki, ya hiç kimsenin hiçbir zaman söz etmediği veya düşünmediği sayılar ne olacak? Bir anlatımı anlatan bir şey olması dışında bir sayı nedir? Eğer hiç sözü edilmemiş bir sayı bir olanaklı anlatımı karşılıyor ise, bu anlatım, böyle bir sayı yolu ile döngüsel çıkarıma düşmeden belirlenemez (anlatım sayıyı, sayı anlatımı belirliyor).
Olay sözleri arasında, gördüğümüz gibi, “koş”, “ye”, “vur” gibi eylemler ve “içinde”, “üstünde”, “önce” gibi bağıntılar bulunmaktadır. Bir olay sözü için özsel olan tek şey, bir küme olay durumu arasında bazı benzer şeylerin bulunmasıdır. Bu, kümenin örnekleri ile bu kümeyi anlatan sözlerin örnekleri arasında bağıntı kurulabilmesi için yeterince etkilidir. Bağıntı kurmanın yöntemi de, bir süre, kümenin her bir üyesi görüldüğünde sözün sıkça dinlenmesidir. Bu yol ile öğrenilebilecek şeylerin, ruhbilimsel yeteneğe ve ilgiye bağlı olduğu da açıktır.
“Ye” demenin çeşitli örnekleri arasındaki benzemenin çocuğu, yemek ilgisini çektiği için, etkilemesi çok olasıdır. Ama “onikigen” sözünün anlamını bu yol ile öğrenmesi için bir çocuğun, geometri konusundaki ilgisinin Pascal’ınkinden daha erken gelişmesi ve Gestalt algılamasını sağlayacak, insanüstü bir yeteneğinin olması gereklidir. Böyle yeteneklerin olması, mantıksal olarak, olanaklıdır.
“Veya” sözcüğünü ele alırsak, bir çocuğa, duyulur dünyada, bunun karşıladığı şeyin örneklerini gösteremezsiniz. Bir çocuğa “kurabiye veya şeker yer misin?” Diye sorduğunuzda ve çocuk “yerim” diye yanıtladığında, “kurabiye veya şeker” diye bir yiyecek bulamazsınız. Böyle olmak ile beraber, “veya”nın deneyim ile bir bağıntısı var; seçim deneyimi ile bağıntılıdır.
Seçimde eylem ile ilgili iki gerçekleşebilir düşüncemiz vardır. Bu düşünceler açık tümceler içermiyor olabilir ama bunları açık sayabiliriz. Dolayısı ile bir deneyim ögesi olmak bakımından “veya”, tümcelerin veya başka bir olay ile benzer bir biçimde bağıntılı olan zihinsel bir şeyin olmasına bağlıdır. “Bu veya şu” dediğimizde, bir nesneye doğrudan uygulanabilir bir şeyi değil, “bu” demek ile “şu” demek arasında bulunan bir bağıntıyı anlatırız. Anlatımımız sözler konusundadır. Bunlar, ancak, dolaylı olarak olaylar konusunda olur.
Deneyim ile doğrudan bağıntılı görünen değilleyici (yadsıyıcı) tümceleri ele alalım: Örneğin, size “dolapta yağ var ama peynir yok” deniyor. Her ne kadar, dolaptaki duyulur deneyime aynı ölçüde bağlı görünseler de, “yağ var” ve “peynir yok” anlatımları, gerçekte, çok ayrımlı düzeydedir. Dolabın içine bakan kişi belirli bir olayı yaşadı bu olay yağı görmekti; belki yağı düşünmüyordu bile; yağ sözünü aklına gördüğü yağ getirdi. Ama bu kişi “peyniri görmemek” veya “peynirin olmadığını görmek” diye bir olay yaşamadı.
Dolabın içine bakan kişinin oradaki her bir şeye bakmış ve her biri için “bu peynir değil” düşüncesine varmış olması gerekir. “Bu peynir değil” diye düşündü, ama bu düşüncenin karşıladığını görmedi; dolapta olanları gördü, olmayanı değil. “Bu peynir değil” düşüncesinde olması için “peynir” sözünün aklında önceden bulunması gerekir. Gördüğü şeyin çağrışımı ile “peynir” sözünün çağrışımı arasında bir çatışma vardı ve bu neden ile “bu peynir değil” diye düşündü.
Konuşan kişi önceden sorulmuş “bu peynir mi?” Sorusunu yanıtlıyor ise “peynir” sözünün aklında önceden olması evetleyici bir yargı için de gereklidir; bu durumda “evet bu peynir” der; “`bu peynir´ anlatımı doğrudur” demek ister ve “bu peynir değil” dediğinde ise, “`bu peynir´ anlatımı yanlıştır” demek istemektedir. Her iki durumda da bir anlatım üzerine (ikincil dilde) konuşmaktadır; bunu, doğrudan algısal bir düşünce ile yapar.
Yalnızca olay sözlerini bilen biri buzdolabındaki her şeyi sayıp dökebilecek, ama orada peynirin bulunmadığı çıkarımını yapamayacaktır. Bu kişi doğru, yanlış kavramlarını da bilmez; “bu yağ” diyebilir ama “bu yağdır” savlamasında bulunamaz. Bu “bütün” ve “bazı” için de geçerli.
Felsefesel düşünemeyen gözlemcimizin, herkesin adının Mehmet olduğu, küçük bir köye gittiğini varsayalım. Gözlemci burada, A’ya Mehmet dendiğini, B’ye Mehmet dendiğini… Bulgulayacaktır. Buradan herkesin adının Mehmet olduğu da anlaşılabilirdi, ama gözlemci bunu anlayamaz. Onun bunu anlayabilmesi için “A B C… Bu köydeki bütün insanlardır” önermesini bilmesi gerekir. Bu dolapta peynir olmadığını bilmek gibidir; “bu köydeki hiç kimse A veya B veya C… Değildir”i bilmeyi içerir. Bunun yalnızca algı yolu ile bilinmesi olanaksızdır.
“Bazı” konusu karmaşık. Gözlemci, “bu köydeki bazı insanlara Mehmet denir” diyemez mi? Russell’a göre diyemez. Bu da “kurabiye veya şeker” gibidir. Algı bakımından köydeki kişilerden hiçbiri “bazı insanlar” değildir. Onlar oldukları kişilerdir. “Bazı insanları”ı, ancak dolaylı yoldan, anlayabiliriz.
Bir toplamın bir bölümü konusundaki anlatımlarımızda, aklımızda almaşık olanaklar vardır. Her tikel durumda anlatım doğru ya da yanlış olabilir ve biz, belki her durumda değil, ama belirli durumlarda onun doğru olduğunu savlarız. Doğru ve yanlış katmadan almaşıkları anlatamayız. “Doğru” ve “yanlış” mantıksal terimlerdir. Dolayısı ile katıksız bir olay dili “bütün” sözü gibi “bazı” sözünü de içeremez.
Olay dilinin, daha üst düzeydeki dillerin tersine, “doğru” ve “yanlış” sözlerini, ne anlamda olur ise olsun, kesin olarak içermediğini gördük. Dildeki bir sonraki aşama, yalnızca, olay dilinde konuşmaktan öteye geçerek, bu dil üzerine de konuşabildiğimiz aşamadır. Birincil dilden bir söz ile anlatılmak isteneni, ikincil dilde “`...´ sözü doğrudur” diyerek vurgularız.
Anlatmak istediğimiz, bir tümcenin, bir duyu verisini dikkate almanın ötesinde bir anlama geldiğidir. Bir köpek gördüğünüzde “köpek” derseniz, doğru söylersiniz. Köpek kulübesinde bir köpek görür “kulübedeki köpek” derseniz, anlatımınız doğrudur. Bu söylediğimiz tümceler yüklemsizdir ve bir veya birkaç sözden oluşmuştur.
Dil konusunda kafa karıştırıcı şeylerden biri de, olağan konuşmada, yalnızca tümcelerin doğru ya da yanlış olduğu, ama sözlerin, tek başlarına, doğru ya da yanlış olmadığı kanısıdır. Olay dilinde böyle bir ayrım yoktur. Olay dilinde her bir söz tek başına söylendiğinde konuşanca karşısındaki olaya uygulanır.
“Köpek” dediğinizde, bakmakta olduğunuz bir kurt ise, anlatımınız yanlıştır. Değişik dillere sınıflandırılmamış olan olağan konuşmada “köpek” sözü ortaya çıktığında, olay dilindeki bir söz olarak mı, yoksa “bu bir köpek değildir” dediğimizdeki gibi ikincil dilde mi kullanıldığını bilmek olanaksız. Söylenen “Köpek” sözünün, bir köpeğin olduğunu yadsımak için de, onaylamak için de kullanılabildiğinden, savlayıcı gücünden kaybedeceği açık. Ama bütün öbür dillerin temeli olan olay dilinde, her söz ile bir sav ileri sürülüyor.
Şimdi, olay dili konusunu bütünü ile yeniden anlatalım. Bir olay sözü benzer sesler veya seslendirmelerin sınıfıdır. Bunlar, alışkın olma ile sıkça sözü geçen sesler veya seslendirmeler ile aynı anda deneyimlenmiş, bakışımlı olarak, birbirine benzeyen olayların bir sınıfı ile bağıntılı duruma gelir.
A¹ A² A³... Gibi benzer olaydurumlarının sınıfı A, a¹ a² a³... Gibi benzer seslerin veya seslendirmelerin sınıfı a olsun ve A¹ olduğunda a¹ sesini, A² olduğunda a² sesini, A³ olduğunda a³ sesini… İşittiğimizi varsayalım. A olaydurumlarını giderek n sayısında dikkate aldığımızda bu, çağrışım yolu ile a¹ a² a³... Benzeri bir sesi düşünmemize veya seslendirmemize yol açar. A üyelerinin A¹ A² A³... Olduğu bakışımlı olarak birbirine benzer olaydurumlarının bir sınıfı ise ve a üyelerinin a¹ a² a³... Olduğu bakışımlı olarak birbirine benzer seslerin bir sınıfı ise a, A sınıfının adı olan bir sözdür veya A olaydurumları sınıfı a sözünün anlamıdır.
A ve a için bir önceki bölümcedeki koşulları sağlayan çeşitli sınıflar olabilir. Olay dilini öğrenen bir çocuk J. Stuart Mill’in tümevarım kurallarını uygular ve yanlışlarını, adım, adım düzeltir. Çocuk “Sezar” adında bir köpek tanıyor ise, bu sözün bütün köpekler için geçerli olduğunu düşünebilir; “köpek” adı ile çağırdığı bir köpek tanıyor ise, bu sözü başka bir köpeğe uygulamayabilir.
Bir çocuğun yaşamında, ona kedi gibi görünen bir şey kedidir ve annesi gibi görünen bir kişi ise annedir. Ama böyle rastlantısal birleştirme (söz ile görüntü arasında kişisel bağıntı kurma) ile konuşmayı öğrenmek çok zor olurdu. Belirli bir durumda “kedi” diyorsanız, bu, çevrenin bir özelinin önceki kedilere benzediğinden “kedi” sözü ile bağıntılı olmasındandır. Bu özel, bir kediye, bir hayvanbilimciyi doyuracak değin benzer olmayabilir. Bu bir vaşak veya bir yavru leopar olabilir.
Söz ile olay arasında kurulan çağrışım bağıntısı, siz, kediye çok benzeyen ama kedi olmayan, kediye pek benzemeyen ama kedi olan çok sayıda hayvan görene dek doğru kurulmuş olmayabilir. Ama buradaki “doğru” sözü toplumsal bir sözdür; gerektiği gibi davranmayı anlatır. Belirli olaylar “kedi” sözünü sizin aklınıza getirip başka birilerinin aklına getirmediği anda, belirli bir dili biliyorsunuz demektir. Ama bu dilin bir gerektiği gibi konuşulmamış Türkçe olma olasılığı vardır.
Kuramsal olarak, yeterli yetenek olduğunda, dilsel olmayan her olayı, olay dilinde anlatabiliriz. Aslına bakılır ise, “Ali atı yük arabasına koşarken boğa ansızın yerinden fırladı ben de kaçtım” veya “`yangın´ diye bağırarak kaçıştıkları sırada perde indi” gibi çok karmaşık olayları gözlemleyebiliriz. Böyle şeyler, konuşmamız pek düzgün olmasa da, olay dilinde anlatılabilir. Olay dilinin “doğru”, “yanlış”, “değil”, “veya”,“bazı”, “bütün” gibi mantıksal sözleri içermediği ise kesindir._________________