TÜRKİYE'DE ÇAĞDAŞ SANATA KATKI VE TANIKLIK

 

ŞÜKRÜ AYSAN

 

 

İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi* döneminde, Çağdaş Türk Sanatı bakımından "Yeni Eğilimler" sergilerinin önemi büyük. Bu sergilerin içinde yer alan birisi olarak bize, Sanat Bayramı içindeki "Yeni Eğilimler" sergilerinin nasıl ortaya çıktığı konusunda bilgi verebilir misiniz?

 

Akademi'yi bitirdikten sonra, 1970 yılında, biz bir grup arkadaş yurtdışına gönderildik. Akademi öğrencilerinin yurtdışında geleneksel olarak eğitim gördükleri Paris'e gittik. Paris'de, Güzel Sanatlar Ulusal Yüksekokulu’na girdik. Bazılarımız kayıtlı olarak, bazılarımız misafir öğrenci olarak devam ettik oraya. Ama, Paris'de bir okula kapanmak söz konusu değildir. Sanatçı için, Paris bütünüyle bir okuldur. Güzel Sanatlar eğitimi için asıl okul müzelerdir; ondan sonra, galerilerdeki etkinliklerdir. Örneğin, Paris Genç Sanatçılar Bienali vardı. Bu dünya çapında önemli bir etkinlikti. Paris'de kimi arkadaşlarımız Türkiye'de oluşturdukları resimsel çalışmalarını geliştirdiler. Bense daha çok o dönemin;1970 lerin öncü (avangard) hareketleriyle ilgilendim. 1970 yılında, örneğin, Paris Genç Sanatçılar Bienali'nde, Kavramsal Sanat ağırlıklı sanatsal yaklaşımdı ve ona koşut, daha resimsel bir akım olan Pop Art çıkışlı Hiperrealizm. Yani, öncü sanat bu iki akım tarafından temsil ediliyordu; birisi "l'Art Conceptuel" ya da, ingilizce deyimiyle "Conceptual Art",  "Kavramsal Sanat" diye çevirdik Türkçe'ye onu, bir de, Hiperrealizm ya da Fotorealizm (Fotogerçekçilik) denilen akım. O dönemin öncü akımları bunlardı. Kavramsal Sanat'ın hemen öncesi 1967, 1969 larda ortaya çıkan Arte Povera, Land Art, Body Art, Minimal Art gibi yaklaşımlar da gündemdeydi. Bunlarla karşılaştık Paris'de.

 

Bu, aslında,Türkiye'de aldığımız eğitimden çok farklıydı, ama eğitimimizin ilerici yönlendirmesi bizim o konulara yaklaşabilmemizi sağladı. Yani öyle bir ilerici yönlendirme vardı, Akademi'de. O eğitimle biz orada çok da aykırı kalmadık. Ve bu akımlar bizim ilgimizi çekti. Örneğin, Kavramsal Sanat benim ilgimi çekti. Kavramsal Sanat  Minimal Art'ın devamında yer alır. Bu akımlara ait sergiler 1970 li yılların başında, kişisel olarak, beni şoka uğratmıştır; çok değişik yaklaşımlardı. Ama, dediğim gibi, eğitimimiz onlara yakın olmamızı sağlayabiliyordu. Akademi'deki o dönem eğitimi, bizim bunları yabancılamamamıza olanak veriyordu. Ama, doğal olarak, bunları anlamanın başka koşulları da var. Felsefi, göstergebilimsel, dilbilimsel birtakım çalışmaların da bilinmesi gerekiyordu.Yani bizim lise eğitimiyle ve Akademi'de aldığımız kuramsal bilgilerle bu çalışmalara yaklaşmamız çok zordu, ama, açıklık söz konusuydu. Anlamaya, kavramaya çalıştık biz bunları.

 

Arkadaşlarımızdan birisi, Nur Koçak da, Hiperrealizm'le ilgilendi. Hiperrealizm daha resimsel bir akım. Doğal olarak bu olaylar, Akademi içindeki hocaları da, çağdaşlığa açık oldukları için, etkiliyordu. O dönemde, Pop Art ve sonrasındaki avangard akımların oluştuğu dönemde, Akademi'deki eski hocaların yerine, onların asistanları (yardımcıları) olan hocalar geçmeye başlamıştı. Örneğin hocam Zeki Faik İzer, 1971 yılında emekli olarak Paris'e geldi. Ben onu orada karşıladım. Onun yerine Özdemir Altan geçti. Adnan Çoker daha önce, ben Akademi'yi bitirmeden bir, iki yıl önce, Cevat Dereli atölyesini devralmıştı. Adnan Çoker kendi yaklaşımı doğrultusunda Minimal Sanat'a, soyut sanatın daha kavramsal boyutlusu olan Minimal Art'a, eğilim gösteriyordu. Ben Kavramsal Sanat'la ilgileniyordum. Böylece, kendi öğrencisi olmadığım halde, Adnan Çoker tarafından benimsenmiş oldum. Paris'deyken, bir yandan, Akademi'yle ilişkimizi de sürdürüyorduk, yurtdışı eğitimi o şekilde yapılıyordu. Ben Paris'den son sanat hareketleriyle ilgili yazılar, çeviriler gönderiyordum. Adnan Çoker'le böyle bir ilişkimiz vardı. Özdemir Altan da Pop Art ve Hiperrealizm'e ilgi duyuyordu.Yani, buradaki hocalarla, dışardaki o dönem öncü sanatı arasında, hem kendi çabalarıyla ve hem de bizim kanalımızla oluşan bir ilişki vardı. Öncü sanat Akademi'deki eğitime de yansıyordu. Böylece, buradaki hocalar, kendileri bunlarla ilgili oldukları için, yurtdışından döndüğümüzde bizlere karşı anlayışlı davrandılar.Yani, dediğim gibi, Akademi'nin, avangard sanata, çağdaş sanata açıklığı vardı.1930'lardan başlayarak öyle bir gelenek oluşmuştu. Akademi bütün yeniliklere açıktı; tutucu kalarak Cumhuriyet devriminin gündeminde yer alamazdınız zaten. Sanat açısından yenilikçi şeylerin topluma sunulması da Akademi'nin amaçları, görevleri arasındaydı. Onun amacı çağdaş sanatçı yetiştirmekti. Çağcıl sanatçıların oluşmasına, yetişmesine ortam hazırlamaktı.

 

Ülkeye dönüp bir şeyler başarmak istiyorduk. Bakir bir ortam, bilgimizi, görgümüzü buraya aktarmak, burada sanatçı olarak ortaya çıkmak amacındaydık. Onun için bizler, büyük ölçüde yurtdışında kalma olanağımız olduğu halde Türkiye'ye döndük ve buraya bilinmedik bir şeyler getirmek için yurt dışında dört, beş yıl çalıştık. Burada da uygun bir ortam bulduk. Doğal olarak bir sürü olaylar da oldu. Akademi'de hoca olmamız da kolay olmadı. Ama döndüğümüz zaman bize gereksinme gösterdiler ve atölyelerde çalışmaya başladık.

 

1975-1981 yılları arası benim en etkin olduğum dönemdir. Ben Adnan Çoker atölyesinde Kavramsal Sanat'ın, genel atölye anlayışının izin verdiği ölçüde, eğitimini yapıyordum. Bugün kavramsal sanatçı olarak tanınan kişiler, o dönemde orada öğrencilerim olmuştur. Ülkede sanat tarihsel zincirleme tam anlamıyla kurulamadığı ve sanatın kavramsal tarihi yapılmadığı, bir kopukluk olduğu için bu çağdaş sanatın ortamını da yaratma görevini üstleniyorduk. Çünkü hem kendi çalışmalarımızın doğrulanması için, hem de etkin olabilmemiz için bunu yapmak zorundaydık. Bu nedenle yalnızca sanatımızı yapmayıp, onun yanında hocalık da ettik. Genel ortamın oluşturulması için yazılar yazdık, çeviriler yaptık. 1975 den sonra 1970 lerin uluslararası öncü sanatı burada da artık kendini göstermeye başladı. Ve daha deneyimli hocalarımız da buna yatkın oldular. Türkiye'deki sanatın yenilenmesi görevini Akademi tek kurum olarak üstlendiği için de İstanbul Sanat Bayramı gündeme geldi.

 

O dönemde dünyada öncü, güncel sanatı göstermek amacıyla bienaller yapılıyordu. Örneğin Paris Bienali, Dokumanta gibi (bu sergi dört yılda bir yapılır). Daha önce bazı Türk sanatçılar Sao Paolo Bienali'ne, Venedik Bienali'ne, Paris Genç Sanatçılar Bienali'ne katılmışlardır. Ülkeler davet ediliyordu. Örneğin, avangard bir bienal olan Paris Bienali'ne, Türkiye, bienalin buradaki muhabiri, görece eski bir sanat anlayışını temsil eden, Nurullah Berk kanalıyla, davet ediliyordu. Katılacak sanatçıların seçimi de ulusal jüriler aracılığıyla yapılıyordu ve çokluk Akademi'den geçiyordu. Ve ulusal bağlamda seçilmiş kişiler de söz konusu sergilerde biraz eski, marjinal kalıyorlardı. Bu nedenle bu sergiler daha sonra uluslararası jüriler aracılığıyla yapılır oldular. Paris Bienali'ne uluslararası jüriden geçerek ülkemizden katılan ilk kişiler, Nurullah Berk'in buradan, gerçekten kutlanacak bir yaklaşımla, uluslararası jüriye önerilecek adayların seçimini, o sırada en yeni sanat hareketlerinin ülkemizdeki temsilcisi olduğum için, bana yaptırması sonucunda İsmail Saray ve Serhat Kiraz (bu kişi adına bienale katılan çalışma, o dönemde içinde bulunduğu, Sanat Tanımı Topluluğu tarafından geliştirilmişti) olmuştur. Böylece, Türkiye uluslararası çağdaş sanat bağlamına katılmış oldu.

 

1970 li yılların ikinci yarısında, yeni yurtdışından dönmüş kişilerin etkinlikleri ve etkileri söz konusu ülkede. Yani, yalnızca Akademi'den değil, Gazi Eğitim Enstitüsü'nden de kişiler gönderildi dışarıya. 1975 lerde onlar da dönmüşlerdi; çeşitli okullarda, eğitim enstitülerinde görev aldılar. Sonra ayrıldı bir kısmı ve yeniden yurtdışına döndüler. Örneğin İsmail Saray bunların içindeydi. Osman Dinç bugün Fransız sanatçısı olarak geçiyor. Bunlar da avangard çalışmalar yapıyorlardı.

 

İşte Akademi'nin, yukarda sözünü ettiğim, çağdaş sanatın ortamını hazırlama görevi nedeniyle "sanat bayramları" gündeme geldi. Böyle bienal niteliğinde bir etkinlik yapılması düşünüldü. Bu etkinliğin başını da İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi çekmek durumundaydı. Çünkü bünyesinde zaten nitelikli, öncü sanatçıları barındırıyordu. Ülkede tanınmış olan sanatçılar Akademi'deydiler; onun dışında da pek fazla kimse yoktu zaten. Dışarda kendi çabalarıyla, resimleriyle, heykelleriyle geçinmeye çalışan kişiler vardı. Ama o dönemde sanat yapabilmenin koşullarından birisi böyle bir yere girmekti.

 

Bu sanat bayramlarının ilki 1977 yılında düzenlendi. Bienal anlamında, iki yılda bir yapılacak, bir etkinlik olarak düşünülmüştür. Akademi'nin dışarı açılması ve ülkeye etkinlik kazandırması açısından, bu İstanbul Sanat Bayramı içinde, Yeni Eğilimler Sergisi adıyla uluslararası yarışmalı, seçkin bir sanatsal etkinlik yanında, gene uluslararası anlamda bildirilerin sunulacağı bir sempozyum, yani, kuramsal yönden sanatın irdelendiği bir bilimsel toplantı düşünülmüştür. Sanat Bayramı'nın ana etkinliğinin, Yeni Eğilimler adının gösterdiği gibi, avangard, öncü karakterde bir sergi olması istendi. Bu sergiye çoğunlukla gençler  katılıyordu, ama, daha olgun kişiler de, -şartnamesinde bu vardır- kendi sanatında bir aşama kaydettiğine inanan kişiler de  katılabiliyordu.Yani, Yeni Eğilimler Sergisi, ülkemizin, Türkiye'nin sanat açısından ileriye dönük yüzünü yansıtacak bir sergiydi. Sempozyum, sanatın kuramsal yönüne değinecektir. Örneğin, "2000 Yılına Doğru Sanatlar" sempozyumuna uluslararası anlamda önemli kişilerden bildiriler gelmiştir. Örneğin, Pierre Restany "Yoksul Sanat, Yoksul Dünya" başlıklı, Arte Povera avangard hareketiyle ilgili, bildirisini sunmuştur. Pierre Restany, biliyorsunuz, Yeni Gerçekçilik akımının kuramcı kurucularından birisidir.

 

Yeni Eğilimler Sergisine katılacak yapıtlar, yenilikçi, çağdaş, ilerici anlayışa sahip ve seçimlerini o doğrultuda yapan bir jüri tarafından değerlendiriliyordu. Doğal olarak, serginin anlayışı, ilkeleri konusunda çok tartışılmıştır. Serginin uluslararası bağlamda daha ilerici bir etkinlik olabilmesi, daha iyileştirilmesi yönünde, örneğin, "seçici kurul kaldırılsın mı?", "dosyayla katılım olsun mu?" gibi konular tartışıldı. Çünkü, sanatta alışılmadık bir takım istekler söz konusudur. Örneğin, alışıldık anlamda, sergiye bitmiş, çerçevelenmiş bir resim, bir tablo verilmek istenmiyor ya da öyle vermek istemeyen var. Yani, bir projeyle katılmak söz konusu . Bitmiş bir resmin ya da çalışmanın verilmesi değil de, sergileme sırasında gerçekleştirilecek daha çevresel bir çalışmanın ya da enstalasyonun projesiyle de katılabilmek. İlk Yeni Eğilimler Sergisi'nde sanat dalları ayrımı yapıldı. Sonraki sergilerde bu dal ayrımları ortadan kaldırıldı. Avangard sanatın isterleri doğrultusunda bunlar ortadan kaldırıldı. Örneğin, ilk bienalde "Yeni Eğilimler Resim- Heykel Sergisi", "Yeni Eğilimler Seramik Sergisi"  gibi dallar söz konusuydu. Değerlendirmeler her daldan ayrı jürilerce yapılıyordu. İkinci sergiden başlayarak tüm yapıtlar "Yeni Eğilimler Sergisi" adı altında sunuldu. Dal ayrımı gözetilmeksizin bütün sanat yapıtlarına açık oldu sergi. Çünkü, avangard sanat, her türlü malzemeyi ve medyayı kullanmak durumuna gelmişti. Yazılarımızla, çevirilerimizle bunun böyle olduğunu ortaya koyduk. Zaten ilk Yeni Eğilimler'e gelen bazı çalışmalar da böyle çelişkiler yarattı. Örneğin, fotoğraf malzemesini kullanmış, ama "sanat" yapmış bir yabancı sanatçının yapıtı fotoğraf dalında değerlendirmeye alındı. Avangard sanat, resim- heykel kökenli bir girişimdir. Ve bu giderek birçok alanların sınırlarına gelmiştir. Örneğin Performans diyoruz. İşte o tiyatro sınırına gelmiş olanıdır. Ama bunlar sanat bağlamında değerlendirilir. Seramik gerecini kullanır bir çalışma yapar sanatçı; ya da fotoğrafı kullanır bir çalışma yapar. Enstalasyon yapar mekanı kullanır. Bu doğrultuda Yeni Eğilimler'in, giderek, katılım koşulları değişti. Ve, böylelikle, uluslararası bağlamda daha çok anlam kazandı etkinlik.

 

Bugün izlediğimiz, İstanbul Sanat Festivali kapsamında yapılan, bienallerin kökenini teşkil ediyordu Yeni Eğilimler Sergisi. En yeni çalışmalar burada değerlendiriliyordu. Bu şekilde devam etti bir süre.

 

1980 e gelindiğinde, özellikle yüksek öğretim kurumlarının yeniden örgütlenmesinden sonra her şey değişti. Bu tarihten önce Akademi çok özgür bir yerdi. İsteyen istediğini yapardı sanat adına. İstediği mekanı kullanır, istediği şeyleri yaptırırdı, matbaada şurada burada. Bütün olanaklar sanata yönlendirilmişti.Yani kimse bizi engellemeye yeltenmezdi. Örneğin, bir öğrencinin birtakım çalışmaları var mekanla ilgili, onu gidip herhangi bir yerde gerçekleştiremez; dayatılan bir mekanda yapamaz. İşte biz o dönemde burada bütün mekanları özgürce kullanırdık. Örneğin, ben yönlendirdiğim bir öğrencimin mezuniyet çalışmasını anımsıyorum; bütün mekanlar kullanılmıştı ve çalışma, parçaları birbirine gönderme yaparak bütün binayı dolaşıyordu. Kimse "bunu niye kullanıyorsun, bu mekanı kullanamazsın" demezdi.

 

Ben o sırada Görsel Sanatçılar Derneği'nde de yöneticiydim. Mayıs Sergileri adıyla çok büyük sergiler düzenlenirdi. Bir seferinde Mayıs sergisini, Spor Sergi Sarayı'nda açmıştık. O sırada anarşi olayları var. Ve sergiyle aynı zamanda karşıt grubun bir politik kongresi olacakmış, Spor Sergi Sarayında. Biz sergilediğimiz bütün yapıtları panolarıyla birlikte kamyonlara yükleyerek Akademi'ye kaçırdık, zarar görmesinler diye. Akademi'nin kapısından kamyonla girerken, o sırada dışarı çıkmakta olan o dönemdeki rektör sayın Sadun Ersin sadece şöyle bir bakmakla yetindi; ne oluyor diye bile sormadı. Bütün o görsel sanatçıların panolarını, bütün resimleri, çalışmaları Akademi'nin içine soktuk. Hatta o panolar yıllarca burada kaldı. Akademi çok rahat bir ortamdı. Yani sanat burada öncelik taşıyordu. Sonra, Akademi'de profesörlük, doçentlik gibi ünvanların bir önemi yoktu. İyi bir sanatçı olmanın daha önemi vardı. Zaten çok az da bürokrat bulunuyordu. Hocaların değeri fazlaydı. Burada her türlü şey, doğal olarak sanat ve bilim adına, özgürce yapılabiliyor ve sunulabiliyordu. Akademi 12 Eylül'den sonraki üniversite örgütlenmesi içinde daha resmi bir yapıya büründü. Ondan sonra, o resmi, tumturaklı yapısıyla yeni eğilimler gibi avangard hareketler -bunlar biraz da karşı çıkıştır, yani avangardın özünde karşı çıkıcılık vardır, uç noktalar vardır- bir çelişki oluşturmaya başladı.Yani, Akademi içinde bu tür çalışmalar yapılamaz hale geldi.

 

Ama, bir takım hocalar yine de ileri çalışmalarını sürdürdüler. Ve bu tür çalışmaları burada yapmaları engellenmeye çalışılan  kişiler, başka alternatifler oluşturdular. Örneğin, biz 1977 yılında Sanat Tanımı Topluluğu diye bir grup kurmuştuk. Çalışmalar yapıyorduk. Bu çalışmaları sürdürdük. Yani sanatsal çalışmalarımızı, araştırmalarımızı üniversite dışında devam ettirmek zorunda kaldık. Çünkü, burada yanıt bulamamaya başlamıştık. Üniversitede birtakım şeylerin yapılmasına, sanatla ilişkisi olmayan, bir takım kısıtlamalar gelmişti. İdari birtakım yönlendirmeler olmaya başlamıştı ki daha önce böyle bir şey yoktu. İsteyen dilediği sanatsal ve bilimsel çalışmayı yapıyordu.

 

Bu konuyu biraz açar mısınız? İdare mi yönlendiriyordu yoksa, Resim Bölümü içersinde buna karşı olanlar mı?

 

Resim Bölümü içersindekiler ayrı bir sorun. Gene Yeni Eğilimler' e dönersek bu etkinliğin avangard nitelikteki son örneği 1983 yılında yapılmış olanıdır. Bu sergide de üniversite rektörü tarafından yapıtlara müdahaleye yeltenilmiştir. Örneğin, altın madalya yani birincilik kazanan yapıtın sergilenmesi konusunda müdahale edilmek istenmiştir. Ve bu olaylar sonucunda biz arkadaşlarla bir rapor kaleme aldık. Bu raporda burada artık bu tür çalışmaların yapılamayacağı dile getirilmiştir. Nitekim, ondan sonra Yeni Eğilimler, Yeni Eğilimle ilişkisi olmayan kişilerin eline geçti, deforme edildi. Hatta bu tür çalışmalarla alay edilmek üzere kullanıldı. İşte tam da o sıralarda eski Akademi, üniversite olarak kendine kapanmaya başlıyor. Daha gerici bir kimlik edinmeye başlıyor. Ama bunun karşılığında dışardaki etkinliklerde bir gelişme oluyor. Örneğin, ticari açıdan galeriler gelişmeye başlıyor. Türkiye'de, sermayenin gelişmesine koşut olarak galeriler arttı. 1975 lerde iki üç tane galeri vardı. Şimdi yüzlerce galeri var. Ve özel sektör girişimi diyebileceğimiz İstanbul Sanat Festivali bünyesinde avangard nitelikli bienal gelişerek uluslararası düzeyde önemli bir etkinlik halini almıştır. Ve o şekilde gidiyor. Bilgili ve sanatçı elemanı bünyesinde barındırdığı için, başlangıçta bütün bu gelişmelerde Akademi'nin katkısı büyüktü. Giderek bu katkı sıfıra düştü. İlk Bienal'de ben Akademi'yi temsilen organizasyon komitesi içinde yer alıyordum. Son bienalle ilgili olaraksa yalnızca, rektörlüğümüze festival genel sekreteri tarafından yazılmış ve ilgili herkese gönderildiği anlaşılan "şurada yapılacak bienalle ilgili toplantıya katılmanızı rica ederiz" yollu bir yazı geldiğine tanık oldum. Akademi gibi sanat ve bilim alanlarında öncü ve doğurgan bir kurum en sonunda herhangi bir kuruma dönüşmüş oldu.

 

Bu yönetimin hatası veya onun yol açtığı bir şey mi, yoksa dış etkenlerden mi?

 

Yönetimin değil yalnızca. Bütünüyle buradaki olayın; yönetimle birlikte, yasayla birlikte, Akademi'nin üniversite olmasıyla birlikte, buradaki bireylerin tavırlarıyla birlikte...

 

Kurum dışı etki olabilir mi?

 

Eğitim planlarının çok belirlenmesiyle birlikte gelişime kendinizi uyduramıyorsunuz, hareketin dışında kalıyorsunuz. İlişkilerini sürdüremiyorsunuz. Ya o nitelikte elemanlarınız yok ya da nitelikli olanları kaybetmişsiniz; bir kısmını küstürmüşsünüz.

 

Üniversiteleşmiş olması, para kaynağının değişmesi  veya azalması anlamında bir şeye yol açtı. Acaba ondan mı?

 

Özerkliğin ortadan kalkması, üniversitelerin resmi bir yapıya oturtulması, apolitize edilmesi, devlet kurumları haline dönüştürülmesi, genel görünüşle birlikte oluyor bunlar, kadrolarıyla birlikte oluyor.

 

Çünkü bir taraftan da, özerklik durumunda herhalde, eğitmen olacak insanlar dışarıya gönderiliyorlar, devlet desteğiyle yapılan bir şey bu.

 

Üniversite olunca bir anda devlet sanki yönetimi ele almış, ama desteğini de çekmiş gibi görünüyor. Ekonomik büyümeyle beraber, yeni bölümlerin katılmasıyla, sanki büyüme olmuş gibi. Evet, bütçesi arttı ama çok önemli sayısal bir büyüme yok. Hatta biz şöyle düşünüyorduk: Burası küçük üniversite olarak mücevher gibi bir üniversite haline gelebilir. Mücevher haline gelebilmek için sıkışmak ve yoğunlaşmak gereklidir. Bizde sıkışma söz konusu ama, yoğunlaşma yok. Halbuki büyüseydi belki daha iyiydi. Büyüseydi belki rahatlayacaktı, olanakları da artacaktı. Sıkışmışsınız kalmışsınız yerinizde. Eğitiminizde, yapınızda ilerici değişiklikler meydana getiremiyorsunuz. Kuruluş tarihinizin eski olmasıyla ilgili nutuklar ötesinde bir şey üretemiyorsunuz. Benim düşünceme göre, böyle bir zihniyetle buranın tekrar Türkiye'deki çağdaş sanatın nabzını tutacak bir lider haline gelmesi olanaksız. Zaten bir takım olayları da geriye çeviremezsin. Örneğin, eskiden Adnan Çoker varken, onun Türk sanatında bir isim olması nedeniyle burada verdiği eğitim, çağdaş sanat karşısındaki tutumu önemliydi. Cemal Tollu' nun, Zeki Faik İzer' in, Bedri Rahmi Eyüboğlu' nun olması, Nurullah Berk' in olması. Bugün baktığımız zaman onlar burasını bizatihi önemli kılıyordu. Bu tür isimler de yok artık ne farkımız kalıyor diğer üniversitelerden? Ki, bizim eski görevimizi, Akademi'ye öykünmeye çalışan, eski Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'nun devamı olan, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi yüklenmeye çalışıyor.

 

Boşluk doğduğu için mi?

 

Alaattin Aksoy söylemişti; kurullarda "Onlar şöyle, şöyle yapıyor, biz de geleneksel resmi sürdüren kurum kalalım" yönünde konuşmalar oluyormuş. İşte bu, ölüyü daha çok öldürmek yönünde bir yaklaşımdır. Şimdi, bütün avangard çalışmalar resim kökenlidir, resimden çıkmıştır. Sanat çeşitli alanlarla kesişmiştir. Seramik'le, Tekstil'le v.b dallarla. Bu alanlarda üretilen gündelik kullanıma yönelik, fonksiyonel estetik şeyler sanat olarak nitelenemez, fakat, bunların kullandıkları malzemeler vardır, o malzemelerle sanat yapılabilir. Sanat bugün sadece boyayla yapılmıyor, her türlü şeyle yapılıyor. Muhakkak felsefi bir boyutu da olması gerekir. Günümüzde sanat düşünseldir. Onu yaptığınız zaman sanat olur. Yani dekoratif fonksiyonun, ya da başka işlevlerin ötesinde düşünsel bir işlev. Düşün doğal olsun, yapay olsun her türlü araç kullanılarak ifade edilebilir. Ve bunun eğitimini verecek yer, eğer daha ileri bir örgütlenmeye gitmediyseniz, Resim Bölümü'dür. Örneğin, Paris'te, Beaux Arts 1993 yılında büyük bir reform geçirdi, ki o 1600 yıllarından gelme bir okuldur. Yani bizim gibi 120 yıllık değil, 603 yıllık bir kurumdur. Orada büyük bir reform gerçekleştirildi ve okul dünyadaki en çağdaş eğitimi verecek konuma getirildi. Orada Resim Bölümü var ayrı olarak. Ama bunun yanında bir de Mültimedya Bölümü kurulmuş. Araştırmalarıma göre, şimdiye kadarki en kapsayıcı sınıflama bu okulda yapılmış. Örneğin, Royal College'in eğitimine bakıyoruz; orada Resim, Heykel ve Fotoğraf Bölümü var. Şimdi, Fotoğraf, mültimedyanın içinde görülebilir. Beaux Arts'da, Mültimedya Bölümü'nde 22 tane atölye oluşturulmuş. Şimdi, atölye sisteminde her atölyenin bir hocası olması gerekir. Eğer çok elemanınız varsa çok atölye açacaksınız. Dediğim gibi, 12 tane, 15 tane Resim atölyesi var bugün Beaux Art' da. 22 tane Mültimedya atölyesi var. Bu atölyelerde Boltanski' den Annette Messagier' ye kadar önemli sanatçılar eğitim veriyor. Nasıl bir eğitim verdiklerini ve hangi yöntemleri kullandıklarını da okulun kataloğunda açıklamışlar. Boltanski, "Bu atölyede obje üretimi yapılmaz, bu atölyede tartışılır" diyor. Bu atölyenin ilkesi budur. İsteyen o atölyeyi seçebiliyor. Sonra, örneğin gravür, serigrafi gibi atölyeleri de mültimedya içine koymuşlar. Bu çağdaş sanat eğitimi konusunda ben de çok çalıştım. Üniversiteleşmeden önce bölümümüzde reorganizasyon çalışmaları yapılıyordu. O komisyonlarda ben hep yer alırdım. Nasıl sanatçı yetiştirmede daha çağdaş bir eğitim verebiliriz diye. Çünkü sanatın gelişmesi birtakım başka bilgilerin verilmesini de gerektirmiştir. Hatta onları zorunlu kılmıştır. Ve bu anlamdaki çalışmalar içinde bulunduk biz. Şimdi, tekrar Beaux- Arts'a dönersek; baskı atölyeleri multimedya içine alınıyor demiştik. Bir de, bütün öğrencilerin yararlanabilineceği temel atölyeler kurulmuş. Örneğin, bir öğrenci sesle mi ilgileniyor, sesle ilgili bir atölye var. Oradan her zaman yardım alabiliyor, teknik sorunlarını çözebiliyor. Ayrıca serigrafi atölyesi, temel atölye olarak da var, multimedya atölyesi olarak da. Bir çalışmanızda serigrafi mi kullanacaksınız? O zaman o atölyeye gidiyorsunuz, sorumlusu belli, oradan o yardımı alabiliyorsunuz. Yani belirli bir tekniği öğrenmenin ötesine geçildi. Her türlü tekniği kullanabilirsiniz. Başka insanlara da yaptırabilirsiniz. Örneğin kameradan anlıyor, o kişiden yardım alabilirsiniz. Bilgisayardan yardım alabilirsiniz. Ses teknolojisi ile ilgili atölyeden gidip yardım alabilirsiniz. Çağdaş eğitimin yöntemi bu. Buna göre örgütlenmiş,1993 yılında Paris'de Beaux- Arts. Orada bile geç, ama gerçekten benim gördüğüme göre bütün bu farklı çalışmaları içerebilecek bir nitelemeyle o Multimedya Bölümü kurulmuş.

 

Atölye sisteminde, örneğin, Ali Çelebi atölyesi diyelim, Ali Çelebi'nin atölyesidir, onun belirli bir sanatsal yaklaşımı vardır, görüşü vardır. Onu atölyesinde vermeye çalışır. Siz bu yaklaşımı beğenmediyseniz ya da yetersiz gördüyseniz, atölye değiştirirsiniz. Ben, nitekim, Ali Çelebi atölyesinden, Zeki Faik İzer atölyesine geçtim. 2-3 yıl da orada çalıştım. Ama orası da Zeki Faik'in görüşünün ortaya koyulduğu yerdi. Aslında onlar da tam olarak özgür olmadıklarını ifade ederlerdi, o dönemde. Hatta ben anımsarım, Zeki hoca, "burası benim özel atölyem olsa, başka türlü eğitim verirdim" derdi. O zorlama hep olmuştur. Ve sanata ters bir zorlamadır bu. Yani, eğitimi denetleme adına atölyelerin tümünde tek tip bir eğitime gitmeye çalışmak. Yani yaklaşımları çoğaltmak yerine, tek tip bir yaklaşımı hakim kılmak. Bu tamamen yanlış bir şeydir. Her sanatçı özgün ve farklı olmak istediğine göre sanat eğitiminin de çoğul olması gerekli. Örneğin, günümüzde bir atölyede dört hoca çalışıyor. Bundan hiçbir sonuç alınamaz. Onu öyle yapacağınıza; her atölyenin ikişer mekanı var, her mekana bir hoca koyarsınız; onlar da ne yapacaklarını kendi sanatlarıyla, düşünceleriyle ortaya koyarlar ve öğrenci, özgürce seçer. Bizim zamanımızda atölyeler özgürce seçilir ve istenildiği zaman değiştirilebilirdi. Eğitim başladığı zaman atölyeye geçecek kişiler, bir ay atölyeleri dolaşırlar ve bir atölyeyi seçerlerdi; eğer ondan memnun olmuyorlarsa, istedikleri zaman başka bir atölyeye geçerlerdi. Kontenjan olayı da sakıncalıdır. Örneğin, biliyorsunuz, bir dönemde Beuys'un atölyesine 300 öğrenci başvurmuştur. Eskiden böyle akademik ünvanlar söz konusu değildi. Asistan giriliyor sonra hoca olunuyordu. Hoca olduğu zaman da bir atölyede eğitimini yapıyordu. Atölye sisteminin mantığı budur. Her atölyenin bir tane hocası olması lazım. Atölyeleri çoğaltırsınız, 20 atölye, 30 atölye olsun ne olacak. Elinizde zengin bir kadro varsa, çok atölyeniz olsun. Çok sayıda atölyenizin olmasıyla gurur duyun.

 

Sınavla seçiliyor galiba  yurtdışına gitme? Bunu biraz açar mısınız? Nasıl oluyor?

 

O dönemde Avrupa sınavları açılıyordu; ama, Akademi'de açılıyordu. Burada, Akademi kontrolünde yapılıyordu sınavlar. Sınavın sonucunda sergileme söz konusuydu. Sergileme de çok önemliydi. Buna da değinmek gerek. Öğrencilerin mezuniyette ve de  daha önce, muhakkak sergilemeleri lazım. Sürekli sergilemeler olması gerekli. Çünkü sanat mekanı kullanır. Mekanla ilişkilidir. Enstalasyon denilen şey sergilemedir. Ve o dönemde, sergilemenin örnekleri gösterilirdi sürekli. Öğrenciler bu konuda eğitilmeye çalışılırdı. Örneğin, devre sınavları vardı. Her devrede muhakkak sergileme olurdu. Üç devrede bitirilirdi. Bir kere, mezuniyet sergisi çok iyi bir şekilde, gerektiği gibi yapılmalı. Ben çok eskiden beri söylerdim, mezuniyet kataloğu ve sergisinin olmasını. Yani eskiden de yoktu mezuniyet kataloğu. Bitiren öğrencilerin çalışmalarının değerlendirilmesi, iyi bir şekilde sergilenmesi, hatta, öyle bir iki saatlik değil, en azından bir hafta süreyle sergilenmesi gerekir. Eğer buralarda yapılamıyorsa başka yerlerde, örneğin AKM' de ya da başka alanlarda yapılmalı. Bizim öğrencilik ve asistanlık dönemimizde en iyi salonlar bizdeydi. Örneğin, aşağıdaki Osman Hamdi Salonu çok değerli bir salondu. Orada herkes sergi açamazdı. Çünkü, bu salonda sergi açmak, bir çeşit, Güzel Sanatlar Akademisi tarafından sanatçı olarak onaylanmak anlamına geliyordu. Çok önemli sergiler açılmıştır orada. Bir kısmının düzenlenmesinde ben de çalıştım; örneğin Fransız Sanatı Sergisi'nde. Çok büyük sergiydi orijinal işler gelmişti. Sonra, buraya emek vermiş, sanatları üst düzeyde olan hocaların sergileri açılırdı. Burası çok kıymetli bir yerdi. Herhangi bir röprodüksiyon sergisi ya da ona benzer bir sergi bu salonda açılamazdı. Aşağıda sergi açmak çok önemli bir olaydı. O da deforme oldu. Akademide sürekli etkinlikler olurdu, ama kaliteliydi. Yani birinci kalite şarttı; yüksek düzeyde kaliteli olmak! Bir de daha önce bahsettiğim gibi, her şey daha rafineydi, daha inceydi, daha sanata uygundu.

 

Bu etkinliklerden örnek verebilir misiniz?

 

Bir kere, konser etkinlikleri olurdu. Her hafta konserler olurdu; Klasik Müzik ve Caz konserleri. Ondan sonra, öğrencilerin eğlenebildikleri, o zaman "çay" denilen, toplantılar yapılırdı, her hafta sonunda. Bir de Akademi baloları, film gösterileri... Örneğin, ben hatırlarım, burada avangard Amerikan filmleri gösterilmişti. O dönemde beni çok etkilemişti. Andy Warhol'u filan seyretmiştik. Sinema sanatı değil de, sanatçıların sanat olmak bakımından film malzemesini kullanarak yapmış oldukları çalışmalardı. 1968 ya da 1969 yılında çok güzel 30-40 tane örnek Konferans Salonu'nda gösterilmiştir. Ayrıca dünyaca ünlü müzisyenler orada  konserler vermişlerdir. Müzikle sanatın ilişkileriyle ilgili gösteriler yapılırdı, konferanslar verilirdi. Açık oturumlar yapılırdı; tartışmalar. Yani, şu Konferans Salonu çok etkin bir yerdi o zamanlar.

 

Şimdi Vitray Atölyesi olan oda raylı bir sistemle Konferans Salonu'na eklenirmiş, daha önce söylemiştiniz; biraz söz eder misiniz?

 

Bu salon o dönemin en iyi salonlarından birisiydi. Uluslararası ilişkilerle Türkiye'ye gelmiş olan sanatçılar burada konser verirdi. Daha AKM açılmamıştı. Yapıldıktan bir sene sonra da yandı zaten. Bundan başka, Teknik Üniversite'nin bir salonu vardı. Ama en iyisi burasıydı. Bu salonda konserler verilirdi. Özellikle, Asım Mutlu' nun müdürlüğü zamanında, ki bizim öğrenciliğimize rastlıyor, çok etkinlik oldu. Haftanın 2,3 günü burada konserler verilirdi. Bu salonda konser veren Jean Pierre Rampal yedi kere bis yapmıştı. Yedi kere tekrar sahneye çıktı. Burası gösteri salonu olarak da tasarlanmıştı; sonradan yapılan bölümlemelerle bozuldu. Aslında çok geniş bir sahnesi de vardı. Bugünkü vitray atölyesi aslında Konferans Salonu'nun sahnesidir. Ona göre dizayn edilmiştir. Vitray Atölyesi'nin ön duvarı, raylar üzerinde kayarak iki yana açılır; sahne ortaya çıkar. Salonla bütünleşir orası. Sonradan orası vitray atölyesi olunca o fonksiyonu kayboldu. Ayrıca, Konferans Salonu'nun geri kalan kısmı da eski durumunda değil, bir kısmı atölye olarak Grafik Bölümüne alındı. Piyano orada duruyor mu hâlâ. Yok ortada. Sedat Hakkı Eldem bu değişiklikleri görmüş müydü sağlığında? Genelde Sedat Hakkı bey, buranın restorasyon mimarı olduğu için, çok büyük değişiklikler yaptırmazdı.

 

Üniversite olana kadar herhalde?

 

Daha önce başladı değişiklikler. Litografi Atölyesi'nin ve diğer bir çok atölyenin asmakatları bizim öğrenciliğimizde yapılmıştır. Bu üzerinde söyleşi yaptığımız, benim çalışma yerimin olduğu asmakatsa, sanıyorum ilk projede bulunmaktaydı.

 

Söyleşinin yapıldığı tarih: 21 Şubat 2001

 

*Bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi