Felsefe, Bilim ve Sanatta Zaman ve Devinim
Olacak, oldu gibi sözler, yalnızca, zamanın içinde ortaya çıkan, gelişen
şeylere uygundur. Çünkü, bu sözler değişimi anlatır. Hep aynı kalan,
değişmeyen şey ise zaman içinde ne kocar ne gençleşir, ne de onun için oldu,
şimdi oluyor veya olacak denebilir. Zamanın akışı kendini nesnelerdeki
değişimde ortaya koyar. (Aristoteles).
“Kinesis” olarak alırsak, Aristoteles’de değişim devinim ile özdeşleşir ve
başkalaşım, yer değiştirme, büyüme küçülme, tözsel değişim diye çeşitlenir.
Zaman saltıktır; içinde gerçekleşen devinimden etkilenmez; duyulur dünya
onun içinde bir süreç durumundadır.
Aristoteles’de uzay, zamandan bütünü ile ayrı ve bağımsızdır. Zamanı
üstlenen önsüz sonsuz dayanak özdektir. Nesneler (tözler) özdek üstünde
gerçekleşerek zamana katılır. Düşünür özdeğin olmadığı yerde uzayın da
zamanın da bulunamayacağını söylüyor.
Devinim durumundaki sürekli değişen bilinemez; hep aynı kalan, durağan olan
bilinir; Platon’da da Aristoteles’de de
bilinebilir olan tümeldir. Grekçede “logos” (söz), aynı zamanda,
kavram, gerçeği anlatan, bilgi anlamına gelir. Platon’da bilinebilen idealar
(kavramlar) duyusal dünya ile bağıntılı zaman dışı, önsüz sonsuz bir başka
dünyaya yerleştirilmiştir.
Aristoteles’de zaman bilgiye götüren bir ortam oluşturur; önsüz sonsuz
kavram, bu durumda, zamanın içindedir. Kant’da da kavram durağandır. Zamanı
bilgi ile özdeşleştiren ilk düşünür Hegel olmuştur. Ona göre, zaman deneysel
olarak ortaya çıkan bilgidir. Zaman deneysel uzay içinde yani, duyulur dünya
içinde bulunan bir şeydir.
Hegel’de zaman insanın dünya içindeki tarihidir. İnsan olmasaydı, dünyada
zaman olmazdı; insanın bulunmadığı dünya saltık uzay olurdu. Zaman
insansaldır, yani, tarih ile
eşanlamlıdır; zaman kendinde geçmiş ile beraber şimdiyi belirleyen geleceği
de barındıran şeydir.
Aristoteles, zamanın, üstüste binmiş bölümlerden oluştuğunu ve bölümlerinden
birinin önce öbürünün sonra geldiği bir düzeninin olduğunu söylüyor. Zamanın
düzeninde sonuç nedenden sonra gelir. Bir olgunun belirli başka bir olgunun
nedeni olduğu biliniyor ise neden olan olgu sonuç olgusundan önce olmuştur.
Platon’da iki (idealar ve görünüşler) varoluş dünyasının da
matematiksel nesneler temeli üzerinde oluşmasına karşın, Aristoteles
öğretisinde doğanın anlaşılması için matematiği kullanmak yasaklanmıştı.
Olayların bilinmesinde matematiksel yaklaşım 17.Yüzyılda yeniden gündeme
gelerek Galilei, Descartes bilimsel devriminin gerçekleştirilmesini
sağlamıştır.
“Dünyada geçen bütün olaylar arasında matematiksel bağıntılar ile
anlatılabilen sıkı bir nedensel düzen vardır”. Olayların bir nedensel
belirlenime (determinizme) bağlı olduğunu çağcıl (modern) bilginler
bulgulamıştır. Nedensel belirlenim bir genel geçerli ilke olarak onaylanır.
Bu ilke her türlü olayı kapsar.
Belirlenimciye göre, olaylar, insanların ruhsal durumları ile bağıntılı
olmaksızın, başka olaylarca belirlenir. Fizik yasalarını matematiksel
bağıntılar olarak yorumlamak; çıkarımsal yöntemleri kesin öndeyilerde
bulunmakta kullanmak olanaklı olduğundan, olayların karma karışık
görünüşlerinin gerisinde, gerçekte, bir matematiksel düzen vardır.
Matematiksel doğa düzeninin bütünü ile kavranamaması bilgimizin yetersiz
olmasındandır. Laplace belirlenimci görüşü, “her bir atomun konum ve hızını
saptayabilen, bütün matematiksel denklemleri çözebilen üstün bir zekaya
gelecekte olacak olaylar da geçmiştekiler gibi apaçık gelir” diye özetliyor.
İşleysel (mekanik) belirlenimci anlayış, dünyayı (doğayı, evreni), bütün
olayların bir nedensel zincir ile birbirine bağıntılı olduğu sürekli yer
değiştirme devinimi ile açıklıyor. Bu, doğayı saat işleyişinde görmek
demektir.
Çağcıl (modern) bilimin başlatıcısı sayılan Galilei “doğanın temel gerçeği
devinimdir” diyor; evren bir devinimler dizgesidir. Bu neden ile, çağcıl
fizikte, önce, ağır cisimlerin, yani, bizi çevreleyen nesnelerin devinimi
inceleniyor. İşleysel (mekanik) devinim zaman içinde uzayda yer
değiştirmedir.
İşleybilimin temel yasaları devinimde olanın (dinamiğin) yasalarıdır. Söz
konusu önermelerin ilk tamdeyimleri (formülleri) Galilei’ce belirlenmiştir.
Böylece başlayan çağcıl (modern) bilim Newton ile doruğa ulaştıktan sonra
Einstein’ın çalışmaları ile son buluyor.
Nesnelerin uzay ve zamandaki davranışlarını belirleyen yasalar matematiksel
yapıdadır. Bu yasalar doğanın her yerinde geçerlidir. Evren (dünya)
kendisini yöneten yasalar tek olduğu için birdir; açık, sınırsızca geniş
varolanlar bütünüdür.
Çağcıl bilimde gerçek uzay Eukleides geometrisinin uzayı ile
özdeşleştirilmiştir. Devinim bir noktadan başka bir noktaya geometrik geçiş
diye görülür. Devinim devinimdeki cismin kendini etkilemez. Fiziğin en temel
yasası “eylemsiz kalma” yasasıdır.
Newton’un, Yeryüzü’nde ve Gökyüzü’nde devinimde olanları kapsayan (dinamiği)
Evrensel Çekim Kuramı ile fizikte tam olgunluğa ulaşıldığı düşünülüyordu. Bu
kuram, yakın zamanlara değin, biricik bilimsel doğa tasarımı olarak
onaylanır.
Newton’da uzay da zaman da saltıktır; yani, içlerinde geçen olaylardan
etkilenmezler. Saltık uzayın kendi, hiçbir şey ile bağıntısı olmaksızın, hep
aynı kalır ve durağandır. Saltık, gerçek ve matematiksel zaman ise, hiçbir
şey ile bağıntısı olmaksızın, kendi kendine akar.
20. Yüzyılın başlarında Einstein’ın oluşturduğu yeni fizik kuramları ile
uzay ve zaman saltık olmayı “ışık hızı”na bırakır. Uzayzaman, içinde
bulunan, özdek ile etkileşir. Einstein’ın Genel Göreli Olma Kuramı’nda
uzayın geometrisel özelleri özdekçe belirleniyor.
Evrende sıfırdan ayrımlı özdek yoğunluğu var ise, gerçek uzay Eukleides’in
uzayına uygun olamaz. Bu durumda, uzayın eğri ve kapalı olması gerekir.
Einstein’ın Genel Göreli Olma Kuramı’nda ileri sürdüğü uzayzaman
süreklisinin yapısı Eukleides’ci üç boyutlu uzay ile zamandan oluşan yapı
gibi değildir.
Çağcıl bilim de ve onu izleyen, çağdaş (kontanporen) bilim de matematik ile
gözlemin birleştirilmesidir. Matematikteki değişimler bilimi etkilemiş,
bilimin “gözlem ile doğrulama ilkesi” ise matematiği etkilemiştir;
aralarında etkileşim vardır.
19. Yüzyıl boyunca matematikte soyutlaşma, belitsel biçimsel bir dizge
olarak kurulma devinimi görüldü. Eukleides’in sorunlu beşinci koyutu
(postülatı) üzerine yapılan çalışmalar sonucunda, o zamana değin, kesin
doğru (gerçeği anlatan) bir tek matematik olduğu anlayışı yıkıldı.
“Eukleides dışı geometriler” denen yeni geometriler, Riemann’ın elipssel,
Lobachevsky’nin hiperbolsal geometrileri yapılandı.
19. Yüzyılın hemen başlarında Gauss, gerçek uzayın özellerini yeniden ele
alarak, “gözlemlediğimiz uzay Eukleides’in koyutlarına uygun mu?” sorusunu
gündeme taşıyor. 20. Yüzyılın ilk yıllarında, Einstein, çağdaş fiziği
başlatırken, evrenin Riemann’ın elipssel geometrisinin koyutlarına uygun
düştüğünü göstermiştir.
1915 den önce uzay da zaman da içinde geçen olaylardan etkilenmeyen,
değişmez bir ortamdı. Genel Göreli Olma Kuramı’nda bir cisim devinince veya
bir kuvvet etkisini gösterince uzayzaman değişir; uzayzamanın yapısı
devinimi ve kuvvetlerin işleyişini etkiler. Saatler kütlesel çekim
kuvvetinin gücü oranında daha yavaş çalışır.
Doğayı anlatmada büyük değişim gerçekleştiren, 20. Yüzyılın başlarının bir
başka çalışması, özdeğin atomsal yapısı ile bağıntılı olan, ama, büyük
düzeydekilere de genişletilebilen, Max Planck’ın başlattığı, Kuantum
Kuramı’dır.
Özdeğin atomsal birimlerinin Newton fiziğinin açıklayamayacağı rastgele,
denetlenemez davranışları olduğunun anlaşılması doğrultusunda oluşturulan
Kuantum Kuramı’nın, “belirsiz olma ilkesi”ne göre belirlenimci (determinist)
yaklaşım atomaltı olaylar yönünden olanaksızdır. Kuantum Kuramı’na göre,
ancak, olayların olasılığı hesaplanabilir. Doğanın temel süreçleri
cisimlerin uzay ve zamanda devinimi yolu ile açıklanamaz.
Başlangıcından (Thales’den) beri felsefede, sürekli değişen (devinimdeki)
ile, ki bu, gözlerimiz ile gördüğümüz, öbür duyumlarımız ile de
duyumsadığımız duyusal dünyadır, değişmeden aynı kalanı (durağanı), ki bu da
bilgi ile, kavram ile, biçim ve gerçek ile özdeşleştirilmiştir, birbirinden
ayrılıyor.
Platon devinim ile durağanı iki ayrı varoluş alanında konumlandırırken,
Aristoteles, o da bunların ayrı olduğunu düşünmek ile beraber, bir tek
dünyanın, töz dediği tikel nesnesinde bir araya getirmiştir. Bilgiyi biz,
ölümlü olan devinimdekinden özünü soyutlayarak elde ederiz.
Rönesans ile yapılanmaya başlayan çağcıl bilim ile nesnenin özünden,
nesneler arasındaki bağıntının doğasına geçilir; yani, olayların devinim ve
davranışlarının temel yasalarına ulaşmaktır bilgi artık. Doğa yasaları birer
matematiksel tamdeyimdir (formüldür).
Matematiksel tamdeyimler (formüller) olan bilimsel yasalar yolu ile belirli
nedenlerden ne sonuçlar doğacağı hesaplanabilir. Çağcıl bilimde söz konusu
olan nedensel zamandır. Uzay ise matematiksel nesnelerin koyutlar yolu ile
bağıntılı duruma getirilmesinden oluşuyor. Görünüşteki dünyanın altında
geometri yatar.
Üç boyutluyu (nesneleri) iki boyutlu yüzey üzerinde gösterme yöntemi olan
görünge (perspektif) Eukleides geometrisinden yola çıkılarak kurulmuş, 16.,
17. Yüzyıllarda geliştirilmiştir (Du Breuil’ün “Bütün Ressamlara Gerekli
Görünge Uygulamaları” betiği 1649 yılında yayınlanmıştı).
Görünge uygulayımı ile donanan Rönesans sonrası ressamı, öbür resimsel
yöntemlerin de yardımı ile, uzam içinde nesnelerin, duvar yüzeyinde, ahşap
levha veya gerilmiş bez yüzeyinde, yanılsamasını verebiliyordu.
Sanatçıların, altında yatan geometri yolu ile, dünyayı göstermeye çalışması,
gözlem ile matematiği birleştirmek, sürekli değişeni önsüz sonsuz olan ile
saptamak anlamında yorumlanabilir.
19. Yüzyılın sonlarına değin, ressamların gösterme araçlarının en
önemlilerinden biri, sorgulanmadan kullanılan, görüngeydi (perspektifti). Bu
dönemde devinim, devinimde gibi görünen figürlerin bulunduğu bir sahnenin
resmedilmesi ile anlatılıyor; sahnelenen ögelerin devinim izlenimi verecek
gibi düzenlenmesi yolu ile de devinim yanılsaması güçlendiriliyordu.
19. Yüzyılın sonu ve 20.Yüzyılın başlarında felsefesel ve bilimsel
görüşlerde büyük değişim yaşandı. Saltık uzay ve zaman yerini göreli
uzayzamana bıraktı. Belirlenimci dünya görüşü yıkıldı. Matematiğin kesin
doğruları, doğru sayılan belitlere indirgendi. Yeni geometriler
yapılandırıldı. Bunların tartışıldığı ortamlarda bulunan sanatçılar sanatı
yeniden düşünsel kılmak için çaba gösterdiler.
Sanatçılar yaptıklarına, yöntemlerine ve dünyaya sorular yöneltmeye
başladılar. Bu soruların ilk örneklerine izlenimcilerde rastlanır.
İzlenimciler (empresyonist) yaşamı, anlatmak istiyordu; bu neden ile gelip
geçici olanı, kalımsızı duyurmak istediler; izlenim dedikleri görünüşleri
(duyuverilerini) aktarabilmek için, geleneksel resimsel yöntemleri
sorgulamaya başladılar.
Monet, “Rouen Katedrali” dizisinde, renklerden oluşan zamanı, aynı yüzeyde
tonların üstüste gelmesi ile değil, çok sayıda yüzeye dağılarak, yanyana
gelmeleri ile resme katmayı deniyor. Zaman gözlerin dolaşmasındadır;
gözlerin bir tualden öbürüne atlaması katedralin renksel yapısını kurar.
Sergilenen resimlerin uzamsal dizisinde bakışın devinimi zamanı veriyor.
Aslında, Çağdaş Sanat kübist ressamların yapıtları ile başlar. P. Francastel
Kübizim’de, Eukleides’ci Rönesans uzamının bırakılışını ve çağdaş bilimsel,
uygulayımsal ve toplumsal değişimlere bağlı uzayzamanın çözümlenmesine
yönelmenin başlangıcını görüyor.
Kübizm’e değin tual, resmettiği yerden tek gözü ile bakan bir ressamın,
gözlemlediği nesnelerin, Eukleides’ci görüngeye bağlı, üç boyutlu uzam
içinde yanılsamasını vereceği bir ortam olarak görülüyordu. Kübistlerce tual
yüzeyi kendi boyutsal gerçeğine, iki boyuta indirgenir. Tual, bundan böyle,
bir yanılsama ortamı gibi değil, üzerinde sanata, dünyaya değgin görüşlerin
geliştirileceği resimsel yüzeyi olan bir nesne olarak dikkate alınır.
Kübist sanatçılar, geçici görüngülere (fenomenlere) bağlanan izlenimcilerin
tersine, nesneyi, kendi kalıcı (sürekli) özsel nitelleri doğrultusunda
yüzeyde göstermeye çalışır; birçok görüntüsünü bir tek imgede birleştirerek
nesneyi, görünüşlerinin ötesinde, kalıcı olarak, yeniden kurar. Kübist
yapılar, devinimsizdir. “Resim sessiz ve durağan bir gösteridir” diyor
Gleizes.
1910 lu yıllarda, La Fresnay, Gleizes gibi kübist sanatçıların, (Duchamp’ın
büyük kardeşi, ressam, gravürcü) Jacques Villon’un Puteaux’daki evinde
toplanarak “çok boyutlu geometri” üzerine çalıştıkları, Henri Poincaré
okumaları yaptıkları anlatılıyor. Kübistleri, çağdaş sanattaki, ilk bilmeye
önem verenler (entellektüeller) arasına yerleştirebiliriz.
Değişmeden aynı kalanın kavranmasının, kavramın peşinde olan kübistlerin
tersine fütüristler (gelecekçiler), onlar da izlenimciler gibi, yaşamı
(değişeni) anlatmaya soyunuyor: “Yaşamı anlatabilmek için, sanatı, iki temel
ögeye, uzay ve zamana dayamalı. Geçen zamanı uzamdaki devinen şeyler
anlatabilir”. Marcel Duchamp gelecekçilere “kentsel izlenimciler” diyor.
“Her şey sürekli kılık değiştiriyor. Duyusal kaldığımızda, yandan gördüğümüz
bir yüzün (profilin), karşımızda kımıldamadan durmadığının, sürekli
değiştiğinin ayrımına varırız. Bir dört nala koşan ata bağladığımız
retinamızdaki imgeler, üstüste gelerek, sürekli çoğalır; nitelleri değişir;
atın dört değil yirmi bacağı vardır (Giacomo Balla)”.
Eşzamansalcı resimler, ilk kez, 1913 yılında görüldü. “Simültaneizm (Orfizm
de denir) bütünü ile sanatçının oluşturduğu (gösterici olmayan) ögeler ile
yeni bireşimler gerçekleştirmektir” diyor Apollinaire. “Yüzeysel sürülmüş
karşıt katıksız renkler eşzamanlı olarak algılanıyor (Robert Delaunay)”. Bu,
resmin yapısına zamanın sokulmasıdır. Aynı düzeyde yeğin ve aynı değerde
renkler ile örülmüş tual yüzeyinde, “belirgin bir odak noktası yoktur”.
Kübist sanatçıların resimsel yüzeyi, yanılsama ortamı olmaktan çıkararak,
özdeksel olduğunu tanıması sonucunda bulguladığı “kolaj” dan yola çıkan,
Tatlin’in başı çektiği sanatçıların, 1913 den başlayarak, resim ve heykelden
kalkınan, değişik gereçlerden oluşturulmuş yapımları, Konstrüktivizm
bağlamında görülür. Rodchenko, “devinimde geometri” sözünü eden Vertov, El
Lissitsky yapımları (konstrüksiyonları) ile uzama kılık veriyor.
Rodchenko, heykelin kütlesel olma özelini ortadan kaldırarak, madensel
çalışmalarını, onları çevreleyen ve içlerinden geçen uzam ile beraber
düşünür. Lissitsky bütün çevresini içine alan Proun’lar tasarlıyordu.
Sanatçı, yüzeyden başlayıp üç boyutluya ve oradan da yaşamın olağan
ögelerine atlayarak gelişen Proun’ları ile “uzamın kendisini devindirmek”
istediğini söylüyor.
Pevsner ve Gabo kardeşlerin 1920 bildirgesinde, “gerçek zamanı devinimdeki
şeyler gösterebilir, durağan şeydeki ritmler yeterli olamaz” sözü geçiyor.
Gabo’nun 1920 yılında yaptığı Yükselen ve Duran Dalga, Marcel Duchamp’ın
redimeydi Bisiklet Tekerleği’nden (1913) sonraki, ilk gerçekten devinen
çalışmadır. Bu yapıt motor ile titreştirilen bir çelik yaydır. Ayrıca,
Duchamp’ın ilk motorlu yapımı olan Dönerli Cam Plak da 1920 de
oluşturulmuştur.
Marcel Duchamp, kendisi ile yapılan bir söyleşide, “1915 den önceki
çalışmalarımın temelinde, kübistlerin yaptığı gibi, yüzeyleri kırma,
nesneleri ana çizgileri doğrultusunda ayrıştırarak resmetme isteği
yatıyordu. Böyle olmak ile beraber, aslında, bütünü ile görülmemiş bir yönde
çok daha ileri gitmek istiyordum. Yapmak istediğim, Merdiven İnen Çıplak’da
belirlenerek, sonunda, Büyük Cam’ımda gerçekleşti” diyor.
Duchamp, Merdiven İnen Çıplak’ın fütürist bir çalışma olmadığını,
Kronofotografi’lerden (Marey) haberdar olduğunu, Muybridge’in atların veya
güreşçilerin devinimlerini saptayan fotoğraflarının yabancısı olmadığını,
ama, Çıplak’daki düşünüsünün, fütüristlerde olduğu gibi, devinimi (yaşamı)
öne çıkarmak olmayıp, amacının, resim yolu ile, devinim etkisi oluşturmadan,
bir olaya bağlanan değişik olaydurumlarının düzenini, devinimin durağan
sunuluşunu gerçekleştirmek olduğunu, anlatıyor.
Duchamp, yaşamsal yanından uzaklaşarak, resimde düşünsel olanı, yeniden,
gündeme getirmek istiyor. Logos’dan uzaklaşmış olan resmi yeniden “usun
hizmetine vermek”dir çabası. Logos olaysal değil, kavramsaldır. Bu amaç ile
Duchamp, Matisse’in, tualin yüzeyini tanıyarak Alberti’nin penceresini
kapattığı (görüngeyi kaldırdığı) yıl olan 1913 de, görünge bilimini yeniden
öne çıkarıyor.
Görünge işleysel belirlenimci savların egemen olduğu bir dünya görüşünün
kapsamındaydı. Duchamp, sanat olmak bakımından zihinseli vurgulamak için,
görünge bilimini (geometriyi) yeniden gündeme getirir. Duchamp görüngeyi,
Büyük Cam’da ve Etant Donnés’de,
bilimin 20.Yüzyıl’daki değişimini izleyerek, Eukleides dışı ve “n
boyutlu” geometriler bağlamında, tartışıyor.
1950 li Yılların ortalarında başlayan bir başka akım, Devinimsel Sanat’dır
(l’Art Cinétique, Op Art). “İzm’den sanat’a geçişin gerçekleştirildiği” bu
sanat, daha çok, uygulayımbilim (Teknoloji) ile bağıntılıydı.
Konstrüktivizmden günümüze doğru gelirken Moholy-Nagy’nin 1930 yılında
gerçekleştirdiği Işık Uzam Değiştirimcisi Sinetik Sanat’ın
hazırlayıcılarından sayılabilir.
1970 lerin başlangıcına değin yüzlerce devingen yapım sergilenmiştir.
“Devinim, yapıyı uzam ve zamanda belirleyen bağıntılar ağının sürekli
değişmesi demektir”.
“Yaşantılar insanın duyularını zamana ve uzama yöneltir”. “Çevrelerini
yoklayarak, yollarındaki olaylara uyarak, kendi kendine usulca devinen
şeyler, varoluşa öykünüyor”. Devinimsel Sanat resim veya heykelde bir yeni
“akım” değil; “bir yeni yapıt izleyici bağıntısı kurduğundan, bir başka
sanattır”.
Devinimsel Sanat’da, giderek, devinim, yalnızca, nesnelerin bir noktadan
başka bir noktaya geçmesi değil, Aristoteles’in dediği gibi, “oluşum süreci”
olarak da görülmeye başlanır, ki bu, daha sonra Arte Povera’da yeniden ele
alınacaktır: Takis algılanması zor doğal kuvvetlerin ayrımına varılmasını
sağlamak amacında olduğunu söylüyor. Devinimsel Sanat’da değişim, motor ile,
yerçekimi benzeri kuvvetlerce, esinti gibi doğal olaylarca (Calder’in
mobilleri) veya katılımcıların etkisi ile başlatılıyor.
Olağan kentsel yaşamda insanların arasına katılabilmek için “resim, heykel
tutkusuna karşı çıkan” sanatçılarca tasarlanıp gerçekleştirilen gösterisel
Happening (olay) sanat olarak 1959 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde
başlatılmıştır. Bu sanat, o zamanlar egemen olan, soyut dışavurumcu resmi
yapanların aşırı bireysel davranışlarına (Pollock) tepki olarak ortaya
çıkıyor.
Happening’ler kentsel atıklardan oluşturulmuş ortamlarda (environment)
yapılır, sanatçısı ile beraber başka kişiler de roller üstlenirdi. Bu
gösteriler, atölyelerde, sokakta veya başka herhangi bir yerde katılımcılar
önünde gerçekleştiriliyor, tiyatro değil, (resim, heykel çıkışlı) “sanat”
olmak bakımından ortaya koyuluyordu.
Happening bir tür “kolaj” ile insanları ve insan yaşantılarını sanata
katmayı amaçlar. Daha sonraları Event adlandırması ile George Brecht
Happening’in yalınlaştırılmış bir tarzını önerir. 1963 Yılında George
Maciunas’ın başlattığı Fluxus devinimi bağlamında yapılan çalışmalar
Happening’in uluslararası düzeyde yayılmasını sağlamıştır.
Environment (çevre) Happening anlayışı ile sıkı sıkıya bağıntılıdır.
Happening’in bir devingen Environment, Environment’ın ise Happening’in bir
durumu olduğu söylenebilir. Bu iki yaklaşım da New York’da eşzamanlı olarak
ortaya çıkmış, Allan Kaprow, Jim Dine ve Claes Oldenburg’ca uygulanmıştır.
Process Art (süreç sanat) için Anti-Form (biçim karşıtı) adlandırması da
kullanılır. Bu adlandırma ile Minimal Art yapanların kesin geometrisel
nesnelerine karşıt bir sanat akımı belirlenir. 1960 lı Yılların sonlarında
Richard Serra, Keith Sonnier gibi sanatçılar, düzenlenmemiş, kılık
değiştirebilir, “kalımsız” Assemblage’ler gerçekleştirdiler.
Process Art, italyan Arte Povera’sından da, madensel levhaları, toprak
yığınlarını, bezleri ve her türlü doğal ve yapay gereci, “simgesel bir amaç
için değil”, kendi özellerini, birinin öbürü ile bağıntısını, tepkisini
ortaya çıkarmak amacı ile kullanması olarak ayrımlılaşır. Process Art’da
“gerçekleştirme süreci” asıldır.
Süreç Sanat’da sanatsal olan, oluşum sürecinin gösterilmesidir. Robert
Morris, Whitney Museum’da, sanat çalışması “Beton”unda, müzeye, büyük
çabalar ile taşıtıp yığdığı kocaman beton kütleleri, bu eylemin
tasarlanmasını, kütlelerin taşınmasını ve yığılmasını belgeleyen
fotoğraflar, filmler ve metinler ile beraber sunmuştur.
Katılımcının, sonuçlanmış fiziksel şeyleri izlemenin ötesinde, Process
Art’da, süreç olmak bakımından sanat çalışmasını zihninde kurabilmesi çok
önemlidir. Sergisini oluşturan bütün ögeleri, dizgesel olarak, günden güne,
sergi uzamında hiçbir şey kalmayana değin kaldırırken, bu “eylem” Les
Levine’in bir çalışmasının bir bütünleyici parçasıydı.
“Süreç, sanatsal nesnenin, güç durumunda bulunduğu uzaydan, doğmasının zaman
kesitidir”. “Anlamı kendisi olan, her şey ile bağıntı kurabilecek (dünyanın
bir ögesi olacak) biricik şeyler oluşturmak istiyorum” diyor John McCracken,
“doğadaki biricik nesneler gibi, kendi kendine, bağımsız, zamana katılacak
biricik nesneler”. (Tony Smith’in 1962 yılında gerçekleştirdiği Black Box
bugün pas rengindedir.)
McCracken’ın gerçekleştirmek istediği nesneler geometrik figürlerdir.
Platon, idealar dünyası ile duyusal dünya arasında, önsüz, sonsuz ve durağan
aracı geometrisel nesneler olduğunu savlıyor. Platon’un aracı nesnelerine
öykünen, ama, değişmez olmayıp uzamda zamana bıraktıkları geometrisel
nesnelerini, minimalist sanatçılar, genelde, gizlemeye kalkmadan, tahta,
demir gibi göreli olarak daha az işlenmiş, aracı gereçler ile oluşturuyor.
Sanat konusunda söylenecek tek şey: “Sanat, sanat olmak bakımından,
sanattır; herhangi bir başka şey bir başka şeydir. Sanat olmak bakımından,
sanat sanattan başka hiçbir şey değildir” (Ad Reinhardt, 1963). Sanat
genelemeseldir (totolojiktir); böyle olduğu için görünüşe (yaşama, devinime)
dayanan, dünya konusundaki sanılar ile hiçbir bağıntısı yoktur.
1970 li Yılların başlarında, nesne oluşturmayı bırakarak, sanat olmak
bakımından zihinsel çalışmayı seçenler (Joseph Kosuth, Art and Language
v.d.), sanatın çözümlenmesine yönelir. Kavramsal sanatçılar, felsefede,
önermelerin yapısının incelenmesinin yapılması gereken olduğunu ileri süren
çözümsel felsefecilerden, büyük ölçüde esinlenmiştir.
Sanatsal işlev nedir? Diye sorguluyor Kosuth, Felsefeden Sonra Sanat’da
(bkz. www.sanattanimitoplulugu.org): “Sanatın, sanat kavramının açımlanması
olmak bakımından, sanatsal bağlamda ileri sürülmüş bir çeşit öneri (önerme)
olduğu söylenebilir”. Ama, hangi çeşitten bir önerme? Ayer’e göre, bir
önerme, geçerli olması, içerdiği ögelere dayanıyor ise çözümsel, olaylarca
belirleniyor ise bireşimseldir.
“Sanatsal öneri ile çözümsel önerme arasında benzeşim kurarsak: Bir sanatsal
öneri, başka bir şey konusunda geçerli olmadığı ölçüde, bir çözümsel
önermeye benzer biçimdedir. Sanat çözümsel öneridir; sanat olmak bakımından,
olaylar üzerine hiçbir bilgi vermez”. Böylece, sanatın arı önsel (apriori)
olduğunu (uzay, zaman ile, yaşam ve devinim ile bir işi olmadığını)
anlıyoruz. ————————