B. Russell; Tractatus’a Giriş
Ele aldığı konularda değişmez doğrulara ulaştığını kanıtlayabilmiş olsa da, olmasa da, Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico- Philosophicus’u ile kapsamı geniş, anlaşılması güç olmak ile beraber felsefede önemli bir olay olarak görülmesi gereken bir çalışma gerçekleştirmiştir.
Wittgenstein Tractatus’unda, simgeci görüşün ilkelerinden ve herhangi bir dilde, şeyler ile birer simge olan, sözler arasında bulunan zorunlu bağıntılardan yola çıkıp, geleneksel felsefenin açıklamalarının (çözümlerinin), her durumda, simgeci görüşün ilkeleri konusundaki bilgisizlikten ve dilin hatalı kullanımından kaynaklandığını göstererek soruşturmasını geleneksel felsefenin çeşitli bölümlerine uyguluyor.
Wittgenstein Tractatus’da önce, tümcelerin mantıksal yapısını ve mantıksal çıkarımın doğasını ele alır. Biz, okuyucular ise giderek, onun, (geleneksel felsefenin bölümleri olan) sırası ile, bilgikuramını, fiziğin ilkelerini, ahlakı ve sonunda da, gizemseli soruşturmasını anlamaya çalışmaya geçiyoruz.
Tractatus’unda kayda geçirdiği sözleri anlamak için, Wittgenstein’ın hangi sorun ile ilgilendiğinin ayırtına varmak gerekir; kendi simgeci görüşünün ilkelerini geliştirdiği bölümde, bir yetkin mantıksal dil ile karşılanması gereken durumları ortaya koymaya çalışmıştır.
Dil ile bağıntılı çeşitli sorunlar var: Birincil sorun dili bir şeyi anlatmak amacı ile kullandığımızda zihnimizde oluşanın gerçekten ne olduğu ruhbilimsel sorunudur. İkincil sorun ise düşünüler ile sözler veya tümceler arasındaki bağıntının ne olduğu ve sözler ile göndermede bulunulanın yani anlatılmak istenenin ne olduğu bilgikuramsal sorunudur.
Dilsel sorunların üçüncüsü, dilin gerçeği anlatmakta kullanılmasıdır. Bu, böyle tümcelerin karşıladığı konular ile ilgilenen özel bilimlerin sorunudur. Dil sorunlarının sonuncusu ise, tümce gibi bir olayın, başka bir olayın simgesi olabilmesi için, simgesi olduğu şey ile bağıntısıdır ki, Wittgenstein'ın alanına işte mantıksal olan bu sorun giriyor; çalışmasında bir tümcenin kesin olarak belirli bir şey anlamına geleceği simgeci görüşün gerekli koşullarını araştırıyor.
Dil, uygulamada (yani, konuşurken veya yazarken) çoğun belirsiz kullanılmaktadır. Anlatmak istediğimizi, doğal dilde, hiçbir zaman, kesin olarak bildiremeyiz. Bu neden ile simgesel mantık ile ilgili olarak, çözülmesi gereken, iki sorun var: Birincisi, simgelerin bir karşılayanı (anlamı) olacak bir biçimde bir araya getirilmelerinin koşullarının belirlenmesi, ikincisi ise, simgelerin veya simgesel dizimlerin bir tek anlama gelmelerinin koşullarının saptanmasıdır.
Bir yetkin mantıksal dilin, anlamlı olmamayı önleyen simgesel dizim kuralları ve her biri, belirli, bir tek anlama gönderme yapan, başka bir simge ile karıştırılamayacak, biricik simgeleri olmalıdır.
Tractatus yazıldığı sırada henüz ortada bir yetkin mantıksal dil yoktu ve böyle bir dil, hemen, bir anda, oluşturulamazdı. Dilin işlevinin anlam taşımak olduğuna ve dilin bu işlevini, yalnızca, koyut olarak alınan (yukarda özellikleri belirtilen) düşünsel dile yaklaşıldıkça daha çok yerine getirileceğine inanıldığından, Wittgenstein, başlangıçta, bir mantıksal yetkin dil düzeni konusunu işliyor.
Dili kullanmanın asıl amacı olaydurumlarını savlamak ya da yadsımaktır. Bir dilin simgesel dizimi verildiğinde, o dildeki bir tümcenin neyi karşıladığı, tümceyi oluşturan simgelerin anlamları bilindiğinde belirlenir.
Russell, Wittgenstein’ın kendi simgeci kuramını “hangi dilden olur ise olsun, belirli bir tümcenin belirli bir olaydurumunu anlatabilmesi için, tümcenin yapısı ile olaydurumunun yapısı arasında bir ortak şey olmalıdır” savı üzerine kurduğunu düşünüyor.
Dil ile Dünya arasındaki ortak şey, tümcede ve karşıladığı olaydurumunda ortak olarak bulunması gereken biçim (form), Wittgenstein’a göre, konuşulamaz. Bu yapısal ortak olan, onun anlatım tarzı ile yalnızca, gösterilebilir. Çünkü dünya konusunda ne söylersek söyleyelim, konuştuklarımız aynı (yalnızca gösterilebilir olan) biçimde olacaktır.
Düşünsel bir dilin ilk koşulu, bu dilde her bir yalın dil dışı ögeyi karşılayan bir ad bulunması ve iki ayrımlı dil dışı yalın ögenin ise, kesin olarak, aynı adda olmamasıdır. Bir ad, kendi başına simge olan hiçbir parçası olmaması anlamında yalın bir simgedir. Mantıksal olarak yetkin bir dilde, yalın olmayan hiçbir şeyin bir yalın simgesi olmamalıdır.
“Felsefesel çalışmalarda karşılaşılan sorun ve önermelerden çoğu anlamsız olduğundan yanlış değildir. Bu neden ile bu tür sorunlar konusunda bir anlatım ileri süremeyiz; yalnızca bunların anlamsız olduğunu söyleyebiliriz. Felsefecilerin sorunlarının ve önermelerinin çoğu dilimizin mantığının bilinmemesinden kaynaklanmaktadır.” 4.003
Dil dışındaki karmaşık olana “olay” deniyor. Yalın olanlar ise, öbürleri ile birleştirilmemiş olaydurumlarıdır ( Wittgenstein'ın Almanca Sachverhalt dediği şeyler). İki veya daha fazla olaydurumundan oluşanlar ise, “Tatsache (olay)” diye adlandırılıyor. Bu durumda örneğin, “Sokrates bilgindir” (tümce olarak yalın söz bakımından karmaşık) bir olaydurumu olduğu kadar bir olaydır da. “Sokrates bilgindir ve Platon onun öğrencisidir" bir olaydır.
Bir geometrisel şekil (figür) birçok yoldan (taşları dizerek veya kâğıt üzerine çizerek) gösterilebilir. Bu yolların her biri ayrımlı bir dil demektir, ama geometrisel şeklin (betide gösterilebilen) özelleri (biçimi), bu yollardan hangisi kullanılır ise kullanılsın, değişmez. Wittgenstein’da dilsel anlatım geometrideki betileme ile benzeşir. Olaydurumunun, betide (simgesel yazımda) gösterilebilen özeli (biçimi), önerme olaydurumunu savladığında, önerme ile olaydurumu arasında ortak olması zorunlu olan şeyi karşılar.
Bazı ilksel durumlarda tümce ile olay durumu arasındaki ortak biçim açıkça görülür. Örneğin, iki ad kullanmadan iki kişi konusunda bir bildirimde bulunmak olanaksızdır. (kişilerin yalın şeyler olduğunu varsayarsak) iki kişi arasında bir bağıntıyı bildirdiğimiz tümcenin iki ad ve bunları bağıntılı duruma getiren bir (bağıntısal) sözden oluşturulması zorunludur.
“Platon Sokrates’e hayrandır” dediğimizde, Türkçe’nin söz dizimine göre, “Platon” adı ile “Sokrates” adı arasındaki hayran olma bağıntısında kimin kime hayran olduğunu, “e” eki belirler. İşte bu olaya dayanarak, söylediğimiz tümce, “Platon” ve “Sokrates” sözleri ile adlandırılan kişiler arasında gerçekte (dil dışında) bir bağıntı bulunduğunu savlayabilir.
"Görülen (aRb) beti ile görülenlerin (a) (b) belirli bir görülen (R) bağıntıda olduğunun gösterildiğini söylememeliyiz; görülenin (a) görülen (b) ile belirli bir bağıntıda olduğunun gösterildiğini söylemeliyiz” 3.1432.
Wittgenstein, kendi simgeci görüşüne "her birimiz kendimize olaydurumlarının betilerini yaparız” 2. 1 anlatımı ile başlayarak şöyle sürdürüyor: “Bir beti ile bir olaydurumunun düzeni ortaya koyulur. Betinin ögeleri ile gerçekteki olaylar karşılanır. Betinin kendi de bir olaydır. Şeylerin birbiri ile bir belirli bağıntıda olduğu olaydurumu, betideki ögelerin birbiri ile bir belirli bağıntıya geçirildiği olaydurumu ile örneklendirilir”.
“Betinin olaydurumunun betisi olabilmesi için bunların ikisinde de aynı olan bir şey olması gerekir. Beti (mantıksal yazım) ile olaydurumunu gerçekteki gibi (uygun ya da hatalı) gösterebilmemiz için ikisinde ortak olması gereken şey bunların biçimidir” 2.161, 2.17.
"Olaydurumunun betisi” sözünü, betinin, herhangi bir anlamda, olaydurumunun bir betisi olması için ona zorunlu benzemesini anlatmak istediğimizde, yani, “mantıksal biçim” sözü ile anlatmak istediğimizden daha fazlasını anlatmak istemediğimizde, kullanabiliriz.
Olaydurumunun betisinin düşünsel olduğunu söylüyor Wittgenstein. Düşüncenin ortaya çıkardığı beti ile bir olaydurumu karşılanabilir ve böylece beti ona uygun düşer; karşılanmadığında ise olaydurumunun öyle olduğu düşünüsü iptal edilir, ama iki durumda da, betinin ve olaydurumunun mantıksal biçimi vardır.
Wittgenstein betilerden hangi anlamda söz ettiğini şu anlatım ile daha anlaşılır kılıyor: “Müziksel düşünce, gramofon plağı, nota, ses dalgaları, bunların hepsinin, dil ile olaylar arasında bulunan, sözünü ettiğimiz, betisel bağıntısı, yani ortak mantıksal biçimi vardır. (hepsi, bir anlamda, birdir)” 4.014.
Bir olaydurumunu karşılayan bir önermenin olanağı, bu olaydurumunu oluşturan ögelerin simgeler ile gösterildiği olaydurumuna dayanır. “Mantıksal değişmezler” denilenler ise olaydurumları ögelerinin simgesi değildir. Bunlar, (kendisi de bir olay olan) önermenin bir bölümü olarak ortaya koyulur.
Olaydurumu ve onu karşılayan (kendi de bir olaydurumu olan) önerme aynı sayıda ve türde öge sergilemelidir. Olaydurumu ile önermede ortak olması gerektiğinden bunların betisinin (mantıksal yapısının) öge sayısı ve öge tür sayısı da bunların ikisindeki ile aynı olmalıdır.
Wittgenstein, felsefesel olanın, “yalnızca gösterilebilenin” alanında, yani, olaydurumu ile onun mantıksal betisinde ortak olanın (mantıksal yapı) alanında bulunduğunu savunuyor. Ona göre, felsefede dil dışını karşılayan bir anlatımda bulunulamaz. Geleneksel felsefe önermeleri mantıksal çözümleme konusunda kötü örnektir ve felsefesel tartışma ancak, insanların felsefesel tartışmanın dilin bir yanlış anlaşılması olduğunu anlamalarını sağlamak için yapılabilir.
"Felsefe bir doğa bilimi değildir (felsefe doğa bilimleri ile aynı düzlemde olmayan bunların üstünde veya altında konumlandırılan bir şeydir). Felsefe yapmanın amacı düşünüleri mantıksal olarak çözümlemektir. Felsefe yapmak bir kuramsal çalışma değil bir uygulamadır. Felsefe önermeleri açık kılmak için yapılır. Felsefe yapmak, üzerinde çalışılmadığında, yapısı görülemeyen ve belirsiz olan düşünüleri açıklayarak kesin olarak belirlemektir” 4.111, 4.112.
Russell, “Wittgenstein, kuramını açıklarken, anlamsız diye yargıladığı bütün önermeleri sayıp dökmesi gerekirdi. Bunun önyargısal olduğunu aklımızda tutarak, onun dizgesinin temelini oluşturduğu bilinen olaydurumlarından oluşan evreni açıklamaya çalışacağız” diyor. “En yalın şeyler” anlatımı ile olaydurumları kesin olarak tanımlanmıyor. İlkselönermeleri karşılayan ve bu önermelerin D değerini ya da Y değerini almasını sağlayan dil dışı şeylere olaydurumu dendiğini ileri sürebiliriz.
Yalın parçalar içeren veya böyle parçaları içermeyen olaylar vardır. Örneğin, "Atina’lı bilgin Sokrates " olayı, " bilgin Sokrates " olayı ile " Atina’lı Sokratres" olayı olmak üzere iki olaydan oluşmaktadır. Wittgenstein olay olan hiçbir parçası olmayan bir olaya “olaydurumu” diyor.
Wittgenstein, olaydurumunu karşılamak üzere, “atomsal olay” anlatımını da kullanır. Bir olaydurumunun, olay olan hiçbir parçası olmamak ile birlikte, parçaları vardır. Bir olaydurumu olan "bilgin Sokrates"e baktığımızda, onun, "bilgin" ve "Sokrates" bileşenlerini içerdiğini algılarız.
Bir olaydurumu (kılgısal değil kuramsal anlamda) olabildiğince tam olarak çözümlendiğinde ulaşılacak olan bileşenlere “yalınlar (nesneler)” denebilir. Wittgenstein, olaydurumundan kuramsal anlamda çözümlenen yalın olanları gerçekte bir olaydan ayırıp ortaya koyabileceğimizi veya başka bir deyiş ile yalınlar konusunda deneysel bilgi edinebileceğimizi savlamıyor. Yalınlar, kuramın gerektirdiği, elektronlar benzeri, mantıksal şeylerdir.
Wittgenstein’ın yalınların olması gerektiğini ileri sürmesi her bir karmaşığın bir olayı önvarsaymasına dayanıyor: Olayların karmaşık olmasının sonlu olarak alınması zorunlu değildir; “her olay sonsuz sayıda olaydurumundan ve her olaydurumu sonsuz sayıda yalından oluşabilir. Sonsuz sayıda da olsalar, olaydurumlarının ve yalınların (nesnelerin) varolmaları gereklidir”. 4.2211
Wittgenstein’ın “bir karmaşık Evren’in varolduğu” savı, bileşenlerinin belirli bir biçimde bağıntılı olduğu bir olayın savlanmasına indirgeniyor. Bu neden ile adın, “karmaşığın bileşenlerinin belirli bir biçimde bağıntılı olduğunu” öne süren önermenin doğruluğuna bağlı bir anlamı olacaktır. Böylece, karmaşıkların adlandırılması önermeleri önvarsayarken, önermeler yalınların (nesnelerin) adlandırılmasını önvarsayıyor. Bu yoldan, yalınların adlandırılmasının, birincil olduğu mantıksal olarak gösterilmiş olur.
Evren, bütün olaydurumlarının bilinmesine ek olarak, bunların olaydurumlarının hepsi olduğu olayının bilinmesi ile tam olarak, bilinir. Evren, yalnızca, içindeki bütün yalınların (nesnelerin) adlandırılması ile betimlenmez; bu yalınların oluşturduğu olaydurumlarının da bilinmesi gereklidir. Olaydurumlarının tamamı verildiğinde, her D değerindeki önerme, ne kadar karmaşık olur ise olsun, kuramsal olarak, çıkarsanabilir. Bir olaydurumunu (D ya da Y değerinde) savlayan bir önermeye “ilkselönerme” denir.
Bütün ilkselönermeler mantıksal olarak birbirinden bağımsızdır. Hiçbir ilkselönerme bir başka ilkselönermeyi içermez veya bir başka ilkselönerme ile tutarsız değildir. Bu neden ile mantıksal işlemlerin hepsi ilkselönerme olmayan, bileşikönermeler ile bağıntılıdır. Bileşikönermeler molekülsel önermeler olarak da adlandırılabilir. Wittgenstein’ın bileşikönermeler kuramı, kendisinin, doğruluk işlevlerinin yapılandırılması kuramına dayanır.
Bir p önermesinin doğruluk işlevi p önermesini kapsayan bir önermedir. p Önermesinin doğruluk işlevinin D ya da Y doğruluk değerinde olması, kapsadığı p önermesinin değerine bağlıdır. Benzer biçimde, birden fazla p, q, r, ... Önermelerinin ayrı, ayrı doğruluk işlevlerinin doğruluk değerleri, kapsadıkları, p, q, r, ... Önermelerinin her birinin değerlerine bağlıdır.
Önermeler bize, ilk bakışta, doğruluk işlevlerinden başka işlevleri de varmış gibi görünebilir. Örneğin, (p önermesini kapsayan bir önerme olan) “A p ye inanıyor” önermesini aldığımızda, genel olarak, A, bazı D değerinde önermelere ya da bazı Y değerinde önermelere inanır. Üstün zekâlı kişilerden biri olmadığından, A’nın, p’ye inanması olaydurumundan p’nin D değerinde olduğu ya da A’nın p’ye inanmaması olaydurumundan p’nin Y değerinde olduğu sonucuna varamayız.
Öbür kural dışı örnekler, "p çok karmaşık bir önermedir" veya "p Sokrates konusunda bir önermedir" gibi önermeler olabilir. Böyle örneklere karşın, biraz sonra değinilecek açıklamaları ile Wittgenstein Tractatus’da, bu tür önermelerin, yalnızca, görünüşte kural dışı olduğunu ve bir önermenin doğruluk işlevinden başka işlevi olmadığını savunuyor.
Wittgenstein’ın çabası, doğruluk işlevlerini bütün önermelere yayarak, bütün önermelerin, (kendi buluşu olan) özgün ilkselönermeler kümesinin terimleri cinsinden, bir genel tanımına ulaşmaktır.
H. M. Sheffer bir belirli önermeler kümesinin bütün doğruluk işlevlerinin görülen
“~pV~q”, “~pΛ~q” işlevlerin herhangi birinden yapılandırılabileceğini göstermiştir (1913). H. M. Sheffer’in çalışmalarından haberdar olduğunu varsayarak, Wittgenstein, bunlardan, görülen “~pΛ~q” işlevi kullanıyor.
Öbür doğruluk işlevlerinin görülenden “~pΛ~q” yapılandırılma yolu kolayca anlaşılır; görülen “~pΛ~p” buna “~p” eşdeğerdir (bu “~p” bunun “~pΛ~p” yerine geçebilir). Böylece başlangıç işlevimizin (görülenin “~pΛ~q”) terimleri cinsinden bir değilleme tanımı elde etmiş oluruz. Bu tanımdan yola çıkarak, görüleni “pᴠq” değillediğimizde ise bunu “~pΛ~q”, başlangıç işlevimizin terimleri cinsinden elde ederiz.
“Görülenlerin "~p" "pVq" dışındaki bütün doğruluk işlevlerinin yapılandırılması, Principia Mathematica'nın (A. N. Whitehead, B. Russell, 1910-1913) başında ayrıntılı olarak verilmiştir” diyor Russell. “Doğruluk işlevimizden (~pΛ~p) çıkarsanan bütün zorunlu önermelerin dökümünü orada veriyoruz. Ama Wittgenstein, çok ilginç bir çözümleme ile işlemi genel önermelere genişletmeyi başarıyor”.
Genelönermeler Principia Mathematica’da Whitehead ve Russell’ın, kendilerinin doğruluk işlevinden çıkarsadıkları önermelerin dökümünde verilmemiştir. Genelönermeler birden fazla olaydurumunu karşılayan önermeler olarak verilir. Örneğin, görülen “fx” bir önermesel işlev, yani değerleri, "x insandır" gibi, önermeler olan bir işlev olduğunda, bu “fx” ayrımlı değerleri ile bir önermeler kümesini biçimler.
"~pΛ~q " Görülen düşünüyü bunun “fx” değerleri olan bütün önermelerin eşzamanlı yadsınmasına uygulanacak biçimde genişletebiliriz. Böylece, matematiksel mantıkta genelde "bu `fx´ x in bütün değerleri için Y doğruluk değerindedir" tümcesi ile karşılanan önermeye ulaşırız. Bunun değili ise, görülen "($x).fx" ile belirtilen (en az bir x değeri için) “bunun `fx´ D doğruluk değerinde olduğu en az bir görülen `fx´ vardır” önermesidir. Bunun “fx” yerine bunun “~fx” ile başlarsak, Bunun “(x).fx” ile gösterilen, “bu `fx´ x in bütün değerleri için D doğruluk değerindedir” önermesine ulaşırız.
Wittgenstein'ın genelönermeleri ele alış yolu yani, görülenler “(x).fx”, “($x).fx”, genel olmanın, yalnızca, bağıntılı önermeler kümesinin açıkça belirlenmesinden gelmesi ve bu belirlendikten sonra doğruluk işlevlerinin yapılandırılması olayı ile önceki yöntemlerden ayrımlıdır. Doğruluk işlevlerinin yapılandırılması, tıpkı sonlu sayıda dökümü yapılmış bağımsız p, q, r, ... Önermelerinde olduğu gibi ilerler.
Russell, Wittgenstein’ın bu konudaki simgeci görüşünün açıklamasının metinde, tam olarak, verilmediğini söylüyor: Görülen [p̅, ξ̅, N(ξ̅)] simge kullanılıyor. Bu simge şöyle açıklanabilir: Bu p̅, bütün ilkselönermeleri, görülen ξ̅ herhangi bir önermeler kümesini gösteriyor. Görülen N(ξ̅) ise, önermeler kümesini oluşturan bütün önermelerin değillenmesini anlatıyor.
Görülen bütünsel simge ile [p̅, ξ̅, N(ξ̅)] ilkselönermelerin hepsini değilledikten sonra elde edilen önermeler kümesi (ξ̅) değillendiğinde [N(ξ̅)] başlangıçtaki ilkselönermeler ile beraber bütün her şey anlatılıyor. Wittgenstein “bu [p̅, ξ̅, N(ξ̅)] genel doğruluk işlevi ve aynı zamanda önermelerin genel biçimidir” diyor.
Görülen [p̅, ξ̅, N(ξ̅)] ile ilkselönermeler verildiğinde önermelerin hepsinin türetilebileceği bir yöntem tanımlanmak isteniyor. Bu yöntem, Sheffer'in bütün doğruluk işlevlerinin görülenden "~pɅ~q " elde edilebileceği konusundaki kanıtlaması ile, Wittgenstein’ın kendinin bütün önermelerin tümelevetleme ve tikelevetlemelerden türetilebileceği kuramı ve bir önermenin başka bir önermede bir doğruluk işlevinin kanıtı olarak ortaya çıkabileceği savı ile temelleniyor. Bunlardan, bütün ilksel olmayan önermelerin, bir tek tür yöntem ile türetilebileceği sonucu çıkarsanıyor.
Açıklanan yapılandırma yöntemi ile hayranlık uyandırıcı bir yalınlaştırılmış çıkarım kuramı elde etmemizin yanı sıra, mantıksal önerme çeşitlerinin birleştirilmesine de ulaşıyoruz. Wittgenstein'ın bu genelleştirme yöntemi, bütün önermelerin, ilkselönermelerden görülen [p̅, ξ̅, N(ξ̅)] biçimde yapılandırılabileceğinin ve belirlenebileceğinin söylenmesini sağlıyor.
Wittgenstein, “önermelerin hepsi ilkselönermeler bütününden (bunun ilkselönermelerin bütünü olduğu olayı ile beraber) çıkarsanır ve bir önerme hep ilkselönermelerin doğruluk işlevidir” savının yolunu açıyor. Eğer p, q'den çıkarsanıyor ise, p'nin anlamı q'nün anlamınca içerilir demektir ve bu da bir ilkselönermeden hiçbir şeyin çıkarsanamayacağı sonucunu verir. Wittgenstein, bunun ile görülen "pV~p" geneleme gibi, bütün mantıksal önermelerin genelemeler olduğunu ileri sürüyor.
Bir ilkselönermeden sonuç olarak hiçbir önermenin çıkarsanamayacağı olayının, uygulamada, örneğin, nedensel bağıntıda olduğu gibi ilginç sonuçları vardır: Wittgenstein'a göre nedensel bağıntı diye bir şey yok. "Geleceğin olaydurumları", diyor, "şimdiki olaydurumlarından çıkarsanamaz. Güneşin yarın da doğacağı bir varsayımdır; çünkü bir şeyin olmasının başka bir şeyin olması ile bağıntılı olması zorunlu değildir”.
Wittgenstein’ın mantığa değgin kuramsal dilinde adlar yalınlara verilir. Biz bir tek şeye iki ad, iki şeye bir ad vermiyoruz. Wittgenstein’a göre, bütün yalınları, başka bir deyiş ile evrende olanların hepsini betimleyemeyiz; betimleyebilmemiz için, onların bazı nitellerini bilmek zorundayız.
Özdeşin evrendeki her şeyde bulunan bir nitel olduğu düşünüldü. Ama Wittgenstein özdeş anlayışını, kaçınma yolu yokmuş gibi görünen, yıkıcı bir eleştiriye uğratıyor. Özdeş tanımı, zorunlu görülmeyen, “ayırtedilemezlerin özdeş olması” yolu ile yadsınıyor. “Ayırtedilemezlerin özdeş olması”na göre, x'in her bir niteli y'nin de bir niteli ise x, y ile nitellerin hepsi tüketildikten sonra, ancak, özdeş (aynı) olur.
İki şeyin nitellerinin tam olarak aynı olması mantıksal olarak olanaklıdır. Bu gerçekleşmez ise özdeş olma evrenin bir rastlantısal ırasıdır; mantıksal olarak bir zorunlu ıra değildir ve evrenin rastlantısal ıraları, rastlantısal oldukları için, mantıksal yapıya alınmamalıdır. Wittgenstein, mantıksal olmamasından, özdeş olmayı dışlıyor ve ayrımlı harflerin ayrımlı şeyleri gösterdiği uzlaşımı benimsiyor.
Bir ad ile bir betimlemenin veya iki betimlemenin özdeş olması olayını dikkate almak gerekir. Özdeş kavramına "Sokrates baldıran otu suyu içen felsefecidir" veya "çift asal 1 den sonra gelen sayıdır" gibi önermeler için gereksinme var. Wittgenstein’ın dizgesinde özdeşin bu tür kullanımlarına çok sık rastlanıyor.
Özdeşin benimsenmemesi, nesnelerin olaydurumlarının dizisi olmasından söz etmenin bir yöntemini ortadan kaldırıyor. Bu dışlama Wittgenstein’ı “nesne”nin bir şeyi karşılamayan sahte bir kavram olduğunu söylemeye götürüyor. Böylece, "x bir nesnedir" dendiğinde gerçek bir şey konusunda konuşulmamış oluyor. "Evrende üçten fazla nesne var" veya "evrende sonsuz sayıda nesne var" gibi anlatımlarda bulunamıyoruz.
Nesnelerden, yalnızca, belirli bir nitel ile bağıntılı olarak söz edilebiliyor; "üçten fazla insan nesnesi var" veya "üçten fazla kırmızı nesne var" diyebiliyoruz, çünkü bu anlatımlarda "nesne" sözü mantıksal dilde bir değişken ile yer değiştirebiliyor. Değişken, birinci durumda "x insandır" işlevini, ikinci durumda ise "x kırmızıdır" işlevini doyuruyor. Ama "üçten fazla nesne vardır" dediğimizde, nitel taşımadığı için değişkeni "nesne" sözünün yerine koyarak, doğruluk işlevi durumuna getiremediğimizden, söylediğimizin anlamsız olduğunu anlıyoruz.
Burada, Wittgenstein’ın, bir bütün olarak evren konusunda bir şey söylenemeyeceği, söylenebilecek her şeyin evrenin zorunlu parçaları konusunda olduğu temel savının bir durumuna (nesneler konusunda bir şey söylenemeyeceğine) değiniyoruz. Bu görüşün önerilmesinin kaynağı, mantıksal yazım (notation). Wittgenstein’ın görüşü yazım ile destekleniyor.
Russell, “kural dışı yazımlar genelde felsefesel yanılgıların ilk göstergesidir ve düşünüyü, ancak yetkin bir yazım karşılayabilir, ama Wittgenstein, yazım yolu ile mantıksal sınırlamalar doğrultusunda, evrenin bir bütün olarak olaylar ile değil, tek tek olaydurumları ile sınırlandırılması gerektiğini anlamış olsa da, ben kendi adıma bunu bir kesin doğru olarak bildiğimi söyleyemem” diyor.
Wittgenstein’ın yaklaşımına uygun olarak, eğer evrenin dışına çıkabilseydik, yani evren bizim için, bizim içinde bulunduğumuz bir bütün evren olmaktan çıksaydı, evren konusunda bir şey söyleyebilirdik. Evren, onu dışardan inceleyebilecek en az bir üstün varolana göre sınırlı olabilir, ama sonlu da olsa evreni, bizim açımızdan ondan öte bir şey olmadığı için, sınırlandıramayız.
Russell’a göre, Wittgenstein, görüş alanını bir benzeşim olarak kullanıp, görüş alanımızın, dışında kalan bir şey olamayacağından, bir sınırının olmadığını (gördüğümüz her şey görüş alanımızın içindedir) ve bunun benzeri, mantıksal olanın dışında da hiçbir şey bilmediğimizden mantıksal evrenimizin de sınırsız olduğunu anlatıyor.
Russell, Wittgenstein’ın tekbenci yaklaşımın, bir ilginç anlayışına öncülük ettiğini söylüyor: “Mantığım evreni doyurur; evrenin sınırları onun da sınırlarıdır; böyle olduğunda evrende bunun, şunun olduğunu, ama onun olmadığını söyleyemem. Çünkü onun olmadığını söylemem görünüşte varsayılmış bazı olanakları evrenin dışına atmam anlamına gelir, bu sanki evreni sınırının ötesinden de izleyebiliyormuşum gibi, mantığımın da sınırının ötesine geçmemi zorunlu kılar”.
“Mantığım evreni doyurur, evrenin sınırları onun da sınırlarıdır. Bu neden ile evrende şunun olmadığını söyleyemem; düşünemediğimi düşünemem, onu söyleyemem de anlatımı ile”, diyor, Russell, “tekbenci yaklaşımın uygun olduğunun anlaşılmasında yol gösteriliyor”. “Dilimin sınırları evrenimi de sınırlar” sözünde evrenin benim evrenim olduğu kendini gösteriyor. Fizikötesel özne (yani, ben) evrende bulunan şeylerden biri değildir, ama onu sınırlar.
“Genel önermesel biçimde, önermeler, bir önermede yalnızca, doğruluk işlemlerinin dayanağı olarak geçer” 5.54 diyor Wittgenstein. İlk bakışta, diye açıklamayı sürdürüyor, “örneğin, `A p ye inanıyor´ önermesi gibi bir önermedeki önerme sanki başka tarzda geçiyormuş gibi görülebilir”.
“`A p ye inanıyor´da, yüzeysel baktığımızda p önermesi A yalını ile bağıntılıymış gibi görülüyor. Ama, `A p ye inanıyor´, `A p yi düşünüyor´, `A p yi anlatıyor´ gibi önermelerin biçiminin, `p´ p yi anlatıyor´ olduğu açık (p önermesi p´ önermesinin içinde geçiyor) ve burada bizim karşımızda bir olaydurumu ile bir yalının bağıntısı değil, yalınları yolu ile olaydurumlarının bir arada olması anlamında bir bağıntı var” 5.542.
Russell, “Wittgenstein’ın inanç önermeleri konusunda anlattıkları, yeterince açıklanmadığından, anlaşılmayabilir. Onun Trctatus’da yazdıkları ile karşı çıktığı kuram Aristotelian Society’nin Philosophical Essayes and Proceedings yayınında 1906-1907 yıllarında yer alan `doğrunun ve yanlışın doğası´ üzerine yazılarımda geçer” diyor.
Russell anlatımını şöyle sürdürüyor “sorun, mantıksal inancın biçiminin ne olduğu sorunu, yani, bir insan inandığında ne olduğunu gösteren çizelgenin nasıl olduğu sorunudur (bkz. Russell’dan “Felsefede Mantıksal Çözümleme Metinleri” www.sanattanimitoplulugu.org). Ayrıca, sorun yalnızca inanç ile değil, aynı zamanda, bir önermeye karşı takınılan tavır denebilecek, kuşkulanma, dikkate alma, istem gibi bir dizi başka anlıksal görüngü ile de bağıntılıdır”.
Kuşkulanma, dikkate alma, istem gibi durumlarda, (ruhbilimsel) olayı "A p den kuşkulanıyor", "A p yi istiyor" biçiminde anlatmak doğal görünüyor; bu da, bir kişi ile bir önerme arasındaki bir bağıntıyı çalışmak gibi geliyor. Kişilerin olaydurumları olmayıp kurgular yani, önermeler olmaları göz önüne alındığında bu (inanç önermesi biçimi), kuşkusuz, bir sonsal çözümleme olamaz.
Bir önerme bir olaydurumu olarak dikkate alındığında, bir kişinin kendi kendine söylendiği bir sözler kümesi veya bir kişinin anlığından geçen bir karmaşık imge veya bir imgeler kümesi veya gelişen bir bedensel devinimler kümesi olabilir. Bir önerme, çok sayıda ayrımlı şeyden biridir. Bir olaydurumu olmak bakımından önerme mantıksal değildir (gerçektir). Mantıksal olan ise bütün bu olaydurumları arasındaki ortak ögedir ve önermenin öne sürdüğü olaydurumuna gönderme yapmasını sağlayan işte bu mantıksal ortak ögedir.
Önerme, ruhbilim ile de bağıntılıdır; çünkü bir simge, yalnızca, mantıksal durumu nedeni ile değil, aynı zamanda, niyet, çağrıştırma veya bunlardan bambaşka bir ruhbilimsel durum ile de simgeselleştirdiğinin anlamına gelen bir şey. Ama anlamın ruhbilimsel yanı mantıkçıyı ilgilendirmiyor. İnanç önermeleri konusunda Wittgenstein’ı ilgilendiren mantıksal çizelge. Bir kişi bir önermeye inandığında, mantık bakımından nelerin olduğunun açıklanmasında, fizikötesel bir özne olan, “kişi”nin varsayılmasına gerek olmadığı açık.
“İnanç önermeleri” sorununda açıklanması gereken, kendisi de bir olay durumu, bir sözler kümesi olarak alınan önerme ile önermeyi D ya da Y doğruluk değerinde kılan, yöneltildiği olaydurumu arasındaki bağıntıdır. Bu, sonunda, önermelerin anlamı (önermelerin nasıl anlamlı olduğu) sorununa indirgeniyor, işte bu sorun, inanç önermelerinin çözümlenmesindeki tek ruhbilimsel olmayan bölümü oluşturuyor.
İnanç önermelerinin çözümlenmesindeki ruhbilimsel olmayan sorun, yalın olarak, iki olaydurumunun, yani, inananın kullandığı söz kümesi olaydurumu ile bu sözleri D ya da Y doğruluk değerinde kılan olaydurumu arasındaki bağıntıdır. Önermeyi D ya da Y doğruluk değerinde yapan şeyin olaydurumu olması gibi söz kümesi olarak önerme de bir olaydurumudur.
Bir önermenin anlamı sözlerinin anlamlarından gelir ve bir önerme olan söz kümesinin anlamı bu kümenin ögesi olan ayrı ayrı sözlerin anlamlarının bir işlevi olduğundan iki olay durumu arasındaki bağıntı çözümlenebilir. Yalın simge olarak görülen önerme (p) bütün olarak alındığında, bir önermenin anlamını açıklarken asıl açıklanması gerekenlerin bulunduğu önermenin içindeki ögeler dikkate alınmaz. Bu neden ile önermenin bir yalın simge olarak değil de bir olaydurumu olarak ortaya çıktığını söyleyen Russell’ın bakış açısını önermek çözümlemeye yardımcı olabilir.
Russell’a göre, asıl olan, bir insanın inanmak, istemek, gibi ruhbilimsel tavırlarının mantıksal temeli olan ve bir olaydurumu olarak dikkate alınan önermenin, o önermeyi D ya da Y kılan olaydurumu ile bağıntısı ve iki olaydurumunun anılan bağıntısının, bileşenlerinin bağıntısına indirgenebiliyor olmasıdır. Bu ölçün ile bakıldığında “inanç önermesi” (Wittgenstein’ın savı olan) doğruluk işlevindeki bir önerme gibi görünmüyor.
“Wittgenstein’ın kuramının daha fazla uygulayımsal ilgiye gereksinme duyduğu bazı yanları varmış gibi geliyor bana” diyor Russell. “Bu özellik ile şu andaki durumu ile yalnızca sonlu sayılar ile işlem yapılabilen, onun `sayı kuramı´ için de geçerli (6.02). Transfinit sayılar (sonlu sayıların ötesindekiler) ile de işlem yapabileceği gösterilinceye değin bir mantıksal dizgenin gerçeğe uygun olduğu onaylanamaz”.
“Tartıştığımız karşılaştırmalı ayrıntı sorunlarından daha ilginç gelebilecek olanı, Wittgenstein’ın gizemsele karşı tavrıdır” diyor Russell. Wittgenstein’a göre, olaydurumunun bir “betisi” olan önermenin onun ile bir belirli ortak yapısı olduğu yönündeki gizemsel yaklaşımı, doğal olarak, arı mantık bağlamındaki öğretisinden geliştiriliyor.
Önermenin olaydurumunun bir betisi olma yeteneğini sağlayan ikisinin ortak yapısıdır. Ama yapının hem sözlerin ve hem de onların gönderme yaptığı olaydurumlarının yapısı olması nedeni ile yapının kendisi sözlere dökülemez (dil ile dildışındaki şeyler anlatılır; yapı hem dilde ve hem de dildışında ortak olduğundan dil ile anlatılamaz). Bu neden ile dilin anlatım gücü konusundaki şeylerin hiçbiri dil ile anlatılamaz ve bu durumda, dil anlatılamazdır.
Wittgenstein’a göre mantığın ve felsefenin tamamı da anlatılamaz olanlardandır. “Felsefe eğitimi vermenin doğru yöntemi”, diyor Wittgenstein, “eğitmenin, kendini, olanaklı olduğunca açık ve doğru kurulmuş doğa bilimsel önermeler ile sınırlaması ve felsefesel savları felsefe bilgisini geliştirmek isteyenin ileri sürmesini sağlayıp, ona, ileri sürdüğü her bir felsefesel savın anlamsız olduğunu kanıtlamasıdır”.
Felsefe eğitiminin doğa bilimsel önermeler ile sınırlanması gerektiği görüşü konusunda çekinceye neden olan, Wittgenstein’ın, anlatılamaz bölgede yer alan gizemsel içinde görülen “ahlak” gibi, anlatılamayacak konusunda çok şey söylemenin bir yolunu bularak, felsefe eğitmenlerine, (“aşamalı diller” gibi başka yollar bulgulayarak) anlatılamayacak olanların anlatılabileceğini göstermesidir.
Russell “ahlaksal görüşleri anlatılamaz bölgeye yerleştirse de, Wittgenstein, kendi ahlaksal görüşlerini yayabiliyor. Bu durum için ileri sürdüğü açıklama ise gizemsel dediklerinin anlatılamasa da gösterilebilmesidir. Başkalarına uygun gelebilse de ben, bu açıklama üzerine düşünmeyi sürdürüyorum” diyor.
“Tractatus’da çok ciddi arı mantıksal bir sorun var. `Genel´ sorunundan söz ediyorum” diyor Russell. “Genel kuramında, görülen (fx) simgenin belirli bir önermesel işlevi olduğu biçimin bütün önermelerini dikkate almak zorunludur. Wittgenstein’ın dizgesine göre, görülen (fx) biçimin bütün önermeleri mantığın anlatılabilecek bölümündedir, ama bu biçimdeki önermelerin bütünü ile beraber yer alıyor gibi görünen olanaklı x değerlerinin bütünü “bütün x önermeleri bunlardır” önermesi, Wittgenstein’ca anlatılabilecek şeyler arasına alınmıyor”.
“Bütün x önermeleri bunlardır” anlatılabilecek şeyler arasına alınmıyor, çünkü bu (Wittgenstein’a göre) evrendeki şeylerin toplamından (evrenden) başka bir şey değildir ve dolayısı ile bu evreni bir bütün olarak kavrama girişimidir. "Evrenin sınırlı bir bütün olarak duyumsanması gizemseldir" 6.45; dolayısı ile x değerlerinin bütünü gizemseldir ve anlatılamaz.
“Bütün” içeren önermeleri onaylamaması yanında, Wittgenstein'ın, evrende, kaç şeyin olduğunun, örneğin, üçten fazla şey olduğunun savlandığı önermeleri de (evrende belirli bir sayıda şey olduğunu ileri süren önermeleri) uygun görmemesi, tartışmalarda, özel olarak, ele alınıyor.
Wittgenstein, her bir dilin o dilde üzerine konuşulamayacak bir yapısı olduğunu söylüyor Tractatus’da. Bu anlatımın oluşturduğu sorun, bir dilin yapısını konu alan başka bir dil olabileceği, bu dilin de üzerine konuşulamayacak bir yapısı olacağı ve böylece giden aşamalı diller olabileceği, bu aşamalı dillerin aşamalarının sınırsız olabileceği, çözümü ileri sürülebilir. “Wittgenstein, kuşkusuz, kuramının bu aşamalı dillerin (bütününe) hepsine uygulanabilir olduğunu söyleyecektir” diyor Russell.
Wittgenstein bütün geçen anlatımı onaylamıyor, ama, mantıksal olarak anlatmanın olanaksız olduğunu savunduğu bütünün, varsaydığı gizemsel bölgede olduğunu düşünüyor. Russell’ın öne sürdüğü “aşamalı diller” görüşünde ise “bütün” yalnızca aynı düzeydeki dilde (olay dilinde) anlatılamayıp bir üst dilde kurgusal, yapıntısal olarak anlatılabilecek ve böylece varsayılan gizemsel bölge ortadan kalkacaktır.
“Gizemselin olmadığını ileri sürmenin sorunları çok ve buna yapılacak görebildiğim karşı çıkışları nasıl yanıtlayacağımı şu anda bilemiyorum” diyor Russell. “Ama, Tractatus’da daha az sorunlu (gizemsel dışında) bir varsayım düşünülebilirdi. Bu savunulması güç varsayımın (gizemselin olmadığının) doğru olduğu kanıtlansa da, bundan Wittgenstein’ın kuramının büyük bölümü etkilenmez. Kaldı ki, gizemsel ile bağıntılı bölüm, onun, kuramının, sanırım, özel olarak vurgulamak isteyeceği bölümü de değildir”.
“Mantığın sorunları ve yadsınamaz görünen kuramların aldatıcı olabileceği nedeni ile yanlış bir yanını benim göremediğim bir kuramı `doğru´ olarak onaylayamıyorum” diyor Russell. “Ama açık bir yanlış içermeyen bir mantıksal kuram oluşturmak, olağanüstü güç olan önemli bir işi başarmaktır. Benim görüşüme göre, Wittgenstein metninde bunu başarıyor. Bu neden ile Tractatus Logico-Philosophicus incelenmesi gereken önemli bir çalışmadır”.—————