A.J. Ayer; Tractatus
“Philosophy in the Twentieth Century” başlıklı betiğimde yazdığım gibi,Tractatus’un savı, şöylece, özetlenebilir: Özgün dili Almanca’sında, görülen “sachverhalten” sözcük ile karşılanan, Ogden’in İngilizce’ye “atomic facts” (atomsal olgular) diye çevirdiği, ama, benim en yerinde anlatım olarak gördüğüm Pears ve McGuinness’in İngilizce’de karşıladığı “states of affairs”, yani, olay durumlarının tamamına dünya denir.
Olay durumları adlandırılabilen, yalın, duyulur şeylerden oluşmuştur. Bunların adları, ilksel önermeleri anlatmak için, anlamlı olarak birleşebilir. Her ilksel önerme, kendisi gibi olanlardan, mantıksal olarak bağımsızdır.
Bütün ilksel önermeler evetleyicidir ve bunların her biri, kendi anlamı
olan, olayların bir olanaklı durumunun betisidir. Kendileri de gerçek olan bu betiler, betimledikleri ile aynı mantıksal ve betisel biçimdedir.
Betiler ile betimlediklerinin ortak mantıksal biçimi anlatılamaz, gösterilebilir. “İlksel önermeler, mantıksal olarak bağımsızdır” demek, “gerçekliğin tam bir açıklaması için, bunların hangilerinin doğru ve hangilerinin yanlış olduğunun söylenmesi gerekir” demektir. Başka bir deyiş ile, gerçeklik, bütün olanaklı olay durumlarının ayrı, ayrı her birinin varlığı ve varolmayışından oluşur.
Olanaklı olay durumlarını betimlemeye kalkışan hiçbir çalışmanın tam bir
biçimselleştirmeye ulaşamayacağı gerçeği nedeni ile, buna, olanaklı
olay durumlarının bir ayrıntılı dökümünü eklemeye gerek yoktur.
Anlamlı önermelerin bir bölümü ilkseldir. Ayrıca, çifte değilleme (değil değil…) mantıksal işlemi kullanılarak, ilksel önermelerden oluşturulan bileşik önermeler vardır. Çifte değilleme kullanıldığında, bu eklemin işlemi ile ilksel önermelerin ve değillerinin doğruluk değerleri değişmez.
Çifte değilleme ekleminin de, yalın değilleme, ve, veya, ise benzeri terimler olarak
tanımlanabilecek bütün öbür “mantıksal değişmezler” gibi, anlamı doğruluk çizelgesidir. İlksel olmayan bütün anlamlı önermelerin, uygulayımsal olarak, ilksel önermelerin doğruluk işlevleri diye bilinen bileşik önermeler olduğu sonucuna varılır.
Bileşik önermelerde iki uç doğruluk durumu söz konusudur: İlksel önermelerden oluşan bir bileşik önerme, anlamı olan doğruluk çizelgesinin son sütunundaki bütün değerler yanlış olduğunda, çelişme, doğru olduğunda ise genelemedir.
D doğruluk değerindeki, çelişme olmayan, bütün mantıksal önermeler (bileşik önermeler) genelemedir (yani, D doğruluk değerindedir). Bunun arı matematiğin doğru önermeleri için de söylenmesi beklenir, ama, Frege ve Russell’a saygı duymasına karşın, Wittgenstein, onların, matematiği mantığa “indirgeme”sini kabul etmez. Wittgenstein, matematiksel önermeleri denklemler olarak ıralamayı yeğler.
Böyle olmak ile birlikte, bu önermeler, yani matematiksel denklemler, mantıksal genelemelerden kılık bakımından önemli hiçbir ayrım göstermez.
Matematiksel denklemler ve mantıksal genelemeler, tümdengelimsel çıkarımların açıklanmasını kolaylaştırmada benzer bir niyete hizmet etmelerine karşın, dünya konusunda bir şey söyleyememe özelliğini de paylaşır.
Dünya konusunda bir şey söylemek ilksel önermeler ile birlikte, bu önermelerin dağılımlarının arasından ayırt edilen olanaklı bileşik önermelerin ayrıcalığıdır.
Bir ilksel önermeyi ya da bileşik önermelerden birini anlatmayan ve bir matematiksel denklemi onaylama ya da yadsımaya hizmet etmeyen bir simgeler dizisi, hiçbir biçimde, bir önermeyi anlatmaz, yani, anlamsızdır. Wittgenstein’a göre, “felsefesel çalışmalarda bulgulanan önermelerden çoğu, anlamsız olduğundan, yanlış değildir”. Tartışılan bu önermelerin “iyi mi daha özseldir yoksa güzel mi? Türünden sorular üzerine olduğundan” söz edilir.
Felsefenin bu anlamsız anlatımlarını ıralamak için, Tractatus’un son önermelerinden birinde geçen “fizikötesel” terimi; Wittgenstein’ın bu nitelemesini benimseyen, benim de içinde bulunduğum Viyana Çevresi üyelerince, kötü anlamda kullanılmaya başlanmıştır. Wittgenstein’ın, her anlatımında, “fizikötesel” terimini, kötü bir anlamda kullanıp kullanmadığı ise, açık değildir.
Wittgenstein, “fizikötesel” terimini, anlamlı olarak söylenemeyecek şeyleri söylemeye çalışan, felsefesel çalışmaların ürünlerine uygulanacak bir terim olarak, kesinlik ile, belirleseydi, ancak, kötü anlamda kullanım konusunda, açık olurdu.
Wittgenstein dizgesinde yer vermediği, kendi koşullarını karşılamayan, yukarda belirtilen durumlardan olan (ilkeleri doğa bilimleri ile yarışmak veya onların yerine geçmek olan) ahlaksal, güzelduyusal ve dinsel söylemlerin, aynı zamanda, onun gözünde, “iyi güzelden daha özseldir” gibi anlamsız sözlerden sayılmayacak bir önemi vardır.
Söylenebilenleri doğa bilimsel önermeler ile sınırlaması yanında, “bütün olanaklı bilimsel sorular yanıtlansa bile yaşam sorunları bütünü ile dokunulmadan kalacaktır” anlatımının ortaya koyduğu, savlamalarındaki ikilik, Wittgenstein’ın görüşünde bir gerilim oluşturmaktadır.
Onun felsefe anlayışında, aynı anlamda, bir ikirciklilik söz konusudur.
Wittgenstein, (yukarda sözü edilen) anlayışı ile tutarlı bir biçimde, felsefe ile doğa bilimlerini birbirinden ayrı tutarak, felsefeyi, bir öğreti taşıyıcısı olmaktan çok, bir etkinlik olarak görür.
Etkinlik olarak felsefenin “bir dil eleştirisi” olduğu ve bunun “önermeleri aydınlattığı”, “sözde düşünce olan ile ne düşünülebilir olduğunu ortaya koyarak düşünülemez olanı belirlediği” ve “ne söylenebileceğini açıkça ortaya koyarak ne söylenemeyeceğini simgelediği” söylenir.
Wittgenstein, betiğinin önsözünde, (O. A.’nın çevirisi ile) “üzerine konuşulamayan konusunda susmalı” önermesi ile tamamladığı düşüncelerin, kendisine tartışılmaz ve kesin göründüğünü söyler. Bu durumda, Tractatus’un, kendi kendisinin yapısının açık bir betisi olduğu savlanabilir.
Wittgenstein, Tractatus’da, adım, adım geliştirdiği düşüncelerin, sondan bir önceki önermesinde şunları yazmıştır: “Benim önermelerim, şöylece, aydınlanmaya hizmet eder: Önermelerimi, birer, birer kavrayan, herhangi bir kişi, sonunda, anlamsız olduklarının ayırtına varıp, onları aşmalıdır; böyle yaptığında, ancak, dünyayı bilecektir.”
Wittgenstein, felsefenin bir çeşit dil eleştirisi olması gerektiği anlayışını da dışlamıştır. Önceki bentte söylediklerimizi felsefeye yöntem olarak önerir: “Söylenebilir olandan, yani, felsefesel olmayan, doğa bilimsel önermelerden, başka bir şey söylememek ve birisi fizikötesel bir tümce söylediğinde, ona, önermelerindeki belirli göstergelerin gösterilenlerinin bulunmadığını anlatmak, o kişiye bu doyurucu gelmese de, felsefe öğrettiğimiz duygusuna kapılmasa da, işte bütünü ile doğru felsefe yapma yöntemi budur.”
Wittgenstein’ın sözleri, “(karşılığı olmayan sözcükler ile) sözde felsefe” yapmaya çalışan kişiye, kendisine önerilen bu sıkı perhiz hiç çekici gelmese de, kendi felsefesini anlamsız diye yadsıması ile tutarlıdır. Önerme dizilerinden birinin veya bazısının hem anlamsız (boş) ve hem de kesin doğru olması onaylanamaz.
Wittgenstein, Tractatus’daki ana çıkarımını, yedinci önermede, kolayca özetlemiştir. Gerçekten, böyle olmak ile birlikte, bu önerme, çok sayıda güçlüğün de üzerini örtmektedir. Güçlükler ilksel önermeler anlayışı ile başlar. Wittgenstein, mantıksal olan, mantıksal biçimleri olan olay durumlarının, bunların ne olduğunu söylemeden (bunları ilke olarak alıp), varlıklarının, olmalarının (dünya için) zorunlu olduğunu ortaya koyma düşüncesindedir.
Bir de, Wittgenstein’ın mantığın uygulamasından ne anladığı konusu var; güvenilir bir deneysel işlem nasıl olmalı? O, düşüncenin mantığı anlamak olmadığını söylemektedir (olay durumlarının mantıksal betisi düşüncedir; düşünce anlamlı önermedir).
(Düşünce ilksel önermedir) böyle dedikten sonra, Wittgenstein, ilksel önermeler ile ilgili sözlerinin ve betisini oluşturduğunu varsaydığı yalın nesnelerin, bu incelemeyi (Tractatus) nereye götüreceği konusunda hiçbir ipucu vermemektedir; bütün bunlar yalnızca güç anlaşılır olmak ile kalmayıp tutarlı bir kuram oluşturmak için de yeterli bir donanım oluşturmamaktadır.
Wittgenstein’ın, Russell’ın, Tractatus’a yazdığı girişte, yanlış olarak, ileri sürdüğü gibi, yetkin bir dilin ana çizgilerinin taslağını yapmaya kalkışmadığı, ama, güncel olarak kullandığımız dilin temelini araştırmak istediği anımsanmalıdır. Öyle ise, “dilde ilksel önermelerin bulunması niçin zorunludur?” Sorusunu yönelterek başlamalıyız.
.
İlksel önermeler, yalın nesnelerin birleşmesi ile oluşan, başlangıçtaki olay durumlarının betisi için zorunludur. Ama, bu kez de, yalın nesnelere ne gerek olduğu sorusu yöneltilir. Bu soruya Tractatus’da verilen yanıt şöyledir: “(2.02) Nesneler yalındır. (2.0201) Karmaşıklar konusundaki her anlatım, bunların bileşenleri konusundaki bir anlatım ile karmaşıkları tam olarak açıklayan önermelere çözümlenebilir. (2.021) Nesneler dünyanın tözünü oluşturur; oluşturucu öge oldukları için bileşik olamazlar. (2.0211) Dünya tözsüz olsaydı, bir önermenin anlamı, başka bir önermenin doğruluğuna bağlı olurdu. (2.0212) Ve, dünya konusunda, doğru ya da yanlış bir önerme ileri süremezdik.”
Bu uslamlama zincirini izlemek pek kolay değil, ama, Rush Rhees ve Raymond Hargreaves’in derlediği ve Wittgenstein’ın, sağlığında yayınlamadığı, “Philosophical Remarks” başlıklı, kendi betiğine Kasım 1930 da yazdığı önsözde, birbirine geçmiş bu anlatımlara açıklık getirmiştir. Bu metin, Ruch Rhees’in, Almanca aslını 1964 de yayınlaması ile ortaya çıkmış; bunun İngilizce çevirisinin yayınlanması ise, 1975 yılını beklemiştir.
“Felsefesel Açıklamalar (Philosophical Remarks)”ın otuzaltıncı bentinde Wittgenstein, Tractatus’daki “nesneler yalındır”ı şöyle açıklıyor: Bir zamanlar “nesneler” dediğim şeyler, durumu ne olur ise olsun (karşımda olsun, olmasın) (üzerine) konuşabileceğimiz şeylerdi: “Kapıya üç vuruş bekliyorum”, “Peki ama, ’üç vuruşun olduğunu nereden biliyorsun?’”.
Durumu ne olur ise olsun üzerine konuşabileceğimiz şeyler düşüncesini, ben, Tractatus’daki ilksel önermenin gösterdiği şeyin varlığının güvencesini nesnelerin sağladığı koşulunun Felsefesel Açıklamalar’da, yeniden, dile getirilmesi olarak anlamıyorum. Böyle olduğunda bu, bunların (durumu ne olur ise olsun üzerine konuşulabilecek şeylerin) ya nitelikleri karşılayan yüklemler (adlandırılabilir) olduğunun ya da betimlenemeyip adlandırılabilecek bağımsız şeyler (töz) olduğunun, bir kez daha, onaylanması anlamına gelir.
Tractatus’daki betimlenemeyip adlandırılabilecek bağımsız şeyler (tözler), tek başlarına betimlenmek istendiğinde, onları anlatmaya çalışma denemesi başarısız olur (anlamlı olarak anlatılamaz). Oysa, “G. E. Moore'un eşi (wife)” betimlemesini karşılayan bir kişidir (nesnedir), ama, “Ludwig Wittgenstein'ın eşi” betimlemesine karşılık gelen hiçbir kişidir (yoktur). Böyle olmak ile birlikte, bu iki betimleme de anlamlı anlatımdır.
Betimlenebilir olanların adlandırılamayacağı görüşü, yalnızca betimlenebilecek (olarak görülen) herhangi bir şey için doğru mudur? Varolabileceği imasını taşıyan bir betimlemeyi doyuran bir birey olanaklı olduğunda, bir betimlenebilir olan (Wittgenstein’ın eşi), kesinlik ile, adlandırılabilirdir de. Böyle olduğunda, bu, bize, Wittgenstein’ın çıkarımını kavramanın, henüz, uzağında bulunduğumuzu göstermektedir.
Betimlenebilir olanın da adlandırılabilmesi durumunda, Wittgenstein’ın çıkarımının dayanağı olan adlar ile betimlemeler arasındaki karşıtlıktan, adın kullanılması, yalnızca, gösterilenin (dış dünyanın) varlığını güvence altına alabilir (çünkü ad, doğrudan, dış dünyadaki bir şeyi gösterir) (betimleme yanlış olabilir).
Ve bir nesnenin yalınlığı, yalın bir kılıkta adlandırılabilir olmasından anlaşılır. Ama, bu (ad yalın nesne, yalın nesne ad) döngüsel olduğundan kanıtlayıcı değildir. Ayrıca, olağan özel adlar (Tuna, Asuman, Bedriye, Leyla, Zeus), kullanımları ile gösterilmeye niyetlenen nesnelerin varlığının güvencesini sağlamaz.
Adların, yalnızca, anlatılarda, söylenbilimsel veya kurgusal (sanatsal) metinlerde kullanıldığını, benim de onaylamadığım açık (böyle anlatımlarda geçen adların karşılığı yoktur). Kral Arthur anlatısının olguya dayandığına inandığımdan, benim “Kral Arthur Sakson’lar ile savaştı” anlatımım, doğru da olsa, yanlış da olsa anlamlıdır.
B. Russell’ın, gösterici sözcükler ile karşıladığı, mantıksal özel adlar dediklerini (bu, şu, o v.b.) gerçek özel adlar olarak görmesinin ve bu adları, bunların, bir hayali gösterme olasılıklarını boşa çıkarmak amacı ile, bir fiziksel nesneyi göstermek için değil, kendisinin ve Moore’un “duyuverisi” dediği, o sırada orada bulunan duyudeneyi içeriklerinin gösterilmesinde kullanmasının nedeni budur.
Ben, kendi payıma, duyuverilerinin içeri alınmasının, algı çözümlemesinde başarılı bir görev yerine getirdiğine inanmak ile birlikte, bunların varlığını güvenceye almak için adlara sarılmayı gereksiz görüyorum. Duyuverilerinin algı çözümlemesinde başarılı olması olgusu yeterlidir.
Wittgenstein’ın duyuverileri görüşünü onayladığını düşünüyorum. Bu görüşe göre, karşıda olanı kesin olarak karşılayan adlar olmaksızın “dünyanın doğru ya da yanlış bir betimlemesini yapamazdık” önermesi, açıkça, yanlış olmak ile birlikte, onun, bu görüşü, (yani, adların, bir fiziksel nesneyi göstermeyip, o sırada karşıda olan duyuverisini gösterdiğini) Tractatus’da, ima yolu ile de olsa, onayladığını ortaya koyan bir anlatımıdır.
Tractatus’da 3.24 üncü anlatımının bir bölümünde, Wittgenstein, “içinde bir karmaşık geçen `bir önerme´, bu karmaşığın (karşılığı) yok ise, anlamsız değil, yalnızca, yanlıştır” der.
Duyu verilerinin de yalın olması, bunların, hiçbir durumda, Wittgenstein’ın yalın nesnelerinin rolünü devralabilmeleri için yeterli değildir.
Çünkü, Hume’un “izlenimler”i gibi, duyu verilerinin “ansal olarak ortaya çıkan ve yokolan (süregitmeyen)” olmasına karşılık, bildiğimiz gibi, Wittgenstein’ın, dünyanın tözünü oluşturan nesnelerinin, “değişmez ve süregiden” olduğu söylenir. “Değişen ve süregitmeyen” duyuverileri, nesneleri (mantıksal yapıları) oluşturan yapı taşları olurken, “değişmez ve süregiden” nesnelerin “değişen ve süregitmeyen”, karşılıklı, yapılanmaları ise olay durumlarını (olgu bağlamlarını O. A.) oluşturur.
Ve, (Dünya olay durumlarından oluşuyor ise) bu, değişmez ve süregiden, nesneler nerededir?
(Değişmez ve süregiden nesneler arasından) bilimsel atom altı parçacıklarını dışarda bırakıyorum, çünkü, ilkin, enerjinin sakınımı yasasının, bunların tek, tek ansal olarak varolup yokolmalarını engellememesi nedeni ile ve ikinci olarak da, atomları oluşturan parçacıkların kümelenmesini (bağlam oluşturmasını) betimleyen önermelere uygulanacak çifte değilleme mantıksal işleminin, dili gündelik kullanımımızda nasıl ortaya koyulacağını üretemediğim için, atom altı parçacıkların adlandırılamayacağını düşündüğümden, (adlandırılabilir, değişmez ve süregiden nesneler arasından) bu, bilimsel parçacıkları dışarda bırakıyorum.
Wittgenstein’ın kendisi de, Felsefesel Açıklamalar’ından (Philosophical Remarks) alıntıladığım, “görülebilir masa (olgu bağlamı) elektronlardan oluşmaz” (adlandırılabilir bir tikel ile adlandırılabilir bir nitelikten oluşur) anlatımı ile benim yukardaki çıkarımımı doğruluyor.
Yalnızca yalın nesnelerin (tözlerin ve niteliklerin) adlandırılabileceği ve bunların birleşiminden/ bağlanmasından olay durumlarının oluştuğu varsayımından vazgeçersek, olay durumlarının, J. Locke’un yalın düşünülerinden birleşik düşünülerin oluşmasındaki gibi, eşanlı olarak birlikte varolma durumundaki algı içerikleri olduğu görüşüne olanak tanımış oluruz.
Bu, (Locke’un birleşik düşünülerin eşanlı olarak birlikte varolma durumundaki yalın düşünüler olduğu görüşü) dilde, adlar ile yüklemler arasındaki, bilinen ayrımı, ortadan kaldıracaktır. Wittgenstein da, ilksel önermelerin, yalnızca, adlardan oluştuğunu, direnim ile söyleyerek bunu, kişisel olarak, gerçekleştirmiştir.
Böylece, olanaklı olay durumları, yalın nitelikleri veren gerçekleşmiş (bilfiil) düşünü birleşimleri de içinde olmak üzere, yalın niteliklerden (yalın düşünülerden) örülmüş, bütün onaylanabilir, karmaşıklardan oluşacaktır.
Bütün yorumlarda, üzerinde anlaşılan, yalınlığın bir ölçütünü bulma güçlüğünün dışında, yukardaki görüşün (Wittgenstein’da) onaylanmasına, önemli, iki engel vardır: Birincisi, Wittgenstein’ın, tikel nesneler ile onların niteliklerini göstermek için ayrımlı harf türlerinin verildiği, B. Russell’ın simgeselciliğini kullanması, ikinci ve en önemlisi ise, onun, ayırt edilemezlerin özdeşliğini onaylamamasıdır.
“B. Russell’ın görülen “==” simgeyi (özdeşlik) tanımlamasının uygun olmadığını” söyleyen Wittgenstein: “Çünkü, `iki ayrı nesne, bütün özelliklerinde ortaktır´ denemez”. (“İki ayrı nesne bütün özelliklerinde ortaktır” önermesi, hiçbir zaman, doğrulanamaz, ama, anlamlıdır).
Duyuverileri ile ilgili bu güçlüğü aşmanın, uzamların ve sürelerin, nesne gibi görülmesi, dışında bir çözümünü bulamıyorum. Nesneler dörtlü yerlem dizgeleri olarak görüldüğünde, ayırt edilemezlerin özdeşliğinin yadsınması, benzer algılanabilir niteliklerin, yerlemler dizgesinin bir ayna evrenindeki sonsuz yinelenmelerinden biri olarak, yinelenmesini olanaklı kılar.
Böyle elde edilmiş olanaklar doğal değildir (kurgusaldır). Bu durumda, bana öyle geliyor ki, bir zorunlu doğruluk gibi alınmasa da (çünkü bu olgusaldır/ doğaldır), ayırt edilemezlerin özdeşliğinin geçerli sayılması, zorunlu olmaktadır.
Böylece, ulaştığımız, ayırt edilemezlerin özdeşliğinin geçerliliğini destekleyici olarak, Tractatus’da, Wittgenstein’ın, ilksel önerme içinde anlam kazanan adların karşılığındaki “nesnelerin biçimi uzamlı, süreli ve renkli olmadır” (2.0251) anlatımını buluruz.
Bu önermenin izlediği, oldukça kısa bir ara önce, can sıkıcı bir açıklama olan, “2.0232 Yaklaşık olarak söylendikte: Nesneler renksizdirler (O. A.)” önermesinin bulunduğu doğrudur; ama, ben, Wittgenstein’ın “renkli olmak” ile, herhangi bir (kırmızı, sarı gibi), belirli renk katmanlarından veya herhangi bir başka algısal nitelikten söz ettiğini sanmıyorum.
Ama, böyle olmak ile birlikte, bazı nitelik düzeyleri nesnelerde somutlaşmalıdır.
Hume, izlenimlerden geliştirilen, nesnelerde somutlaşabilecek (instantiate) düşünüleri onaylar. Böylece, burada, özgün Almanca'sına, öbür İngilizce çevirilerden daha uygun görünen Ogden’ın çevirisinin Türkçe’sinden, 2.0231 önermesini daha iyi anlayabiliriz (?) : “Dünyanın tözü/ özü, herhangi bir özdeksel niteliği değil, yalnızca, bir biçimi (formu) belirleyebilir. Çünkü, özdeksel nitelikler, ilksel olarak, nesnelerin karşılıklı biçimlenmesi yolu ile yapılandırılan önermeler (ilksel önermeler) ile sunulur”.
Ben, belirlenmek olarak aldığım özdeksel nitelikleri, bunların, uzamsal ve süresel yerleşimlerini kuşatan (uzayzaman bölgesini belirleyen), nesnelerin yapılanmasında, daha rastlantısal olduklarını düşünüyorum.
Bu yorumun bir başka kazanımı, algısal niteliklerin, sıralanması yapılabilen, düzeylerinin belirlenmesi ve uzayzamansal yerlemlerin ölçülebilmesi için ilksel önermelere sayıların sokulmasını gerektirmesidir. Wittgenstein, kendisi her ne kadar yetersiz olduğunu düşünse de, Tractatus’a geri dönerek ona açıklama getiren, yayınlanmamış, “Some Remarks on Logical Form (1929) (Mantıksal Biçim Üzerine Bazı Açıklamalar)” başlıklı yazısında bunun üzerinde önem ile durmuştur.
Duyuverisi görüşü ile bağdaştırılamaz olan, Tractatus’un 2.061 ve 2.062 numaralı, “Olay durumları birbirinden bağımsızdır” ve “bir olay durumunun varolması ya da varolmamasından bir başka olay durumunun varolması ya da varolmaması sonucu çıkarılamaz” önermeleridir. Bunlara göre, iki ayrımlı rengin veya ayrımlı renk değerinin (birbirinden ayrımlı duyuverilerinin) bir yerin tamamını aynı anda kaplaması olanaklı değildir ve bu durum, öbür duyumların verileri için de böyledir.
Wittgenstein, Tractatus'da duyuverileri ile bağdaşmazlığı ileri sürmek ile birlikte, daha sonra, bu konu üzerinde durmayı savsaklar. Daha önce sözü edilen, “Some Remarks on Logical Form (1929)” başlıklı yazısını yazmaya başladığında, ancak, bu konu üzerinde gerektiği gibi durmaya başlamış ve iki önermenin birlikte evetlemesi ile ilgili, kendi gerçeklik çizelgesini doğruluk dağılımları çizelgesine eklemiştir.
Böylece, (doğada bulunmayan) renk ve onun gibi şeylerin bilgisinden (bilimsel olmayan bilgiden) türettiği bu tür dışlamaları ile (gerçeklik çizelgesi ile “ve” bağlacı çizelgesinin dışlanması gibi) doğal gerekliliği onaylamaktan kaçınmıştır.
Doğal zorunluluğun (doğa yasalarının) onaylanmaması, Tractatus’un 6.3 üncü önermesinden başlayarak 6.372 inci önermesine kadar süren savlama dizisi ile tam olarak desteklenmektedir. Fizikçi Heinrich Hertz, en azından bilime saygı duymak bakımından, buradakinden (6.361) çok daha fazla sözünün geçmesini hak ederdi. Bu önermeler dizisinde, “nedensellik yasası bir yasa değil, bir yasa biçimidir” (6.32) denir.
Newton devinimbilimini (mekaniğini), Wittgenstein, görüngüler üstüne atılan bir ağ gibi görür ve bu görüşe göre, ayrımlı gözenekleri olan ağlar yolu ile, dünyanın ayrımlı betimlemelerinin yapılabilmesine izin verilir (6.341). “Yeter neden ilkesi v. b. gibi fiziksel yasalar, ağı konu alır, ağ ile betimlenen şeyi değil (6.35)” der.
Ve ardından gelen önermelerde, tümevarım sürecinin, deneyimlerimiz ile uyumlu kılınabilecek ilkenin (tümevarım ilkesinin) onaylanmasını içerdiğini ve bu ilkenin sürecin mantıksal bir temellendirmesini yapamayacağını (kesinliği sağlayamayacağını), yalnızca ruhbilimsel olarak (inanç bağlamında) görülebileceğini (6.363, 6.3631) söylemektedir.
Bu konuda, Wittgenstein ile aynı düşüncede değilim, sonunda (6.371) (tümevarım süreci sonucunda elde edilmiş) doğa yasalarının doğal olayları açıklamasının bir yanılsama olduğu görüşünü onayladığını söylemek istemektedir.
Bu yasaları ortaya çıkaran tümevarım süreci (tek, tek doğal olayların biriktirilmesi) doğa yasalarının (olgusal genellemelerin) bir açıklaması olarak görülmediğinde, başka neyi (doğanın açıklanması için başlangıçtaki) varsayım olarak alabiliriz?
Belki de, ilksel önermelerin içine sayıların sokulması, ilksel önermelerin, gösterdikleri olay durumları ile, aynı çokluğu içermesinin güvencesini verebilir ve belki de bu, onlardan (ilksel önermelerden) betiler diye söz edebilmemiz için bir yeter neden gibi alınabilir.
Böyle olmak ile birlikte, genel olarak, Wittgenstein'ın beti eğretilemesini kullanımının, aydınlatmaktan daha çok karartma kaynağı olduğu görülmektedir.(Wittgenstein’ın betiyi kullanımı, doğrudan simgesel olarak çalışmayan), fiziksel benzerliğin yalnızca, bir gösterme yöntemi olarak seçildiğinde, simgesel bir işlev kazanacağı gerçeğini karartır. Her şeyden önce, beti, çok sayıda olanaklı gösterme yönteminden yalnızca biri olduğu için, göstermenin (kendisinin) ne olduğunu aydınlatmaya yetmez.
Ben, Wittgenstein’ın olasılık kuramını da onaylamıyorum (onaylayamıyorum). Wittgenstein, çok doğru olarak, "önermeler, kendilerinde, ne olasılıklı ne de olasılıksızdır, çünkü, bir olay ya olur ya da olmaz (5.153)" derken, bunu, olasılık anlatımlarını, eksiltili (yargısı bulunmayan) ve deneyden bağımsız olarak ele alma yanlışlığı ile, bir araya getirir.
“Dr, ‘r’ önermesinin doğruluk olanaklarının (5.101) sayısı: Drs, ‘s’ önermesinin, aynı zamanda ‘r’ önermesinin de doğruluk olanakları olan doğruluk olanaklarının sayısı ise, o durumda Drs, Dr bağıntısına, ‘r’ önermesinin ‘s’ önermesine verdiği olasılığın ölçüsü denir” diyor, Wittgenstein.
“Mantıksal” olan böyle bir kurama, (deneycilik adına bu kuramı geçersiz kılacak) karşı çıkış kanıtlamanın, olgusal doğrulamanın gereğini göz ardı etmesidir. Bütün olasılık kestirimleri, olgusal doğrulama, ne denli az olur ise olsun, oranların doğru hesaplanması koşulu ile, olasılık kuramı bağlamında yapılan işlemden, doğru olarak çıkar.
(Gelecekte) ne olacağı konusundaki öndeyilerimizi dayandıracağımız, daha çok sayıda ve daha çeşitli, olgusal doğrulama elde etmeye çalışma yöntemimiz, Wittgenstein'ın, (Tractatus’da geliştirdiği) olasılık anlayışında hiçbir destek bulamıyor.
Tractatus’un dizgesine getirilen, dizgeyi çökertmeyebilecek bir karşı çıkış, (olgusal olarak) yerine getirilmemiş koşullular için, dizgede, hiçbir yargı bulunmamasıdır. Bildiğimiz gibi, Wittgenstein, mantıksal yöneticilerin (eklemlerin) Russell yorumunu benimser, “p → q” koşullu önermesi “~p v q” tikel evetleme önermesi ile eşdeğerdir. Buna göre, koşullu önermenin doğruluğu için önbileşeninin yanlış olması yeterlidir.
Ama, çokluk, (deney, tam olarak, gerçekleşmeden) sonucu görülmeden, bir deneyin herhangi bir olası sonucuna onay verilemeyeceği söylenir (bir deneyin sonucu gözlem ile denetlenir). Böyle olsa bile, ben, ilksel (başlangıç noktası) konusundaki duruşunun, o sırada karşıda bulunan gerçekleşmiş olay durumunu yadsımaması nedeni ile, Wittgenstein’ın, savunulabilmesinin olanaklı olacağını düşünüyorum.
Zorluk çıkaran oluşmamış koşullular (koşullu bileşik önermenin doğruluğunun yeterli koşulu olan, önbileşenin yanlış olması), olgusal alanda değil, Amerikalı yararcı C. S. Peirce’ın olguların düzenlenişi dediği, ikincil alandadır.
Yararcılar, daha sonra, bunları (oluşmamış koşulluları), doğru ya da yanlış olarak değil, ama, herhangi bir düzenlemeyi (dizgeyi) desteklemeleri ya da desteklememelerinden dolayı, onaylanabilir ya da yadsınabilir olarak yargılar.
“Probability and Evidence” (Olasılık ve Kanıtlama) başlıklı betiğimin üçüncü bölümünde bu anlamda (yararcı türde) bir kuram geliştirmeye çalıştım, ama, bu kuramın konuyu tartışılmaz kıldığını savlayamam. Yararcılık (pragmatizm) Tractatus’unkinin tam tersi bir anlayıştadır. Böyle olmak ile birlikte, bu anlayış, Wittgenstein’ın Tractatus sonrası görüşleri ile bir ölçüde uyuşmaktadır.
Wittgenstein’ın (Tractatus’da) açıkça onayladığı, bileşik önermelerin, yalnızca, ilksel önermeler arasında doğruluk ve yanlışlık dağıtmaya yaradığı görüşüne, bir karşı çıkış, “A, p’ye inanıyor” ya da “A, p’yi düşünüyor” gibi ruhbilimsel önerme biçimlerinin ortaya çıkmasıdır.
Wittgenstein, Tractatus’da, ruhbilimsel önermelerde, yüzeysel olarak bakıldığında, p önermesinin A nesnesi ile, bir tür, bağıntısı varmış gibi göründüğünü yazmasının, hemen ardından, Russell, Moore gibi mantıkçı felsefecilerin, ruhbilimsel önermeleri, böyle yorumladıklarından söz etmektedir. Wittgenstein’ın, Russell, Moore gibi felsefecilerin, çağdaş bilgi kuramındaki, bu, ruhbilimsel önerme görüşünü, Tractatus’daki çürütmesini anlamak kolay değildir.
Wittgenstein, Tractatus’un 5.542 inci önermesinde, “oysa, açıktır ki, `A p’ye inanıyor´, `A p’yi düşünüyor´, `A p’yi söylüyor´un biçimi ``p´ p’yi söylüyor´dur: Burada da söz konusu olan, bir olgu (olay durumu) ile bir nesnenin karşılıklılığı (bağıntısı) değil, nesneleri yolu ile olguların (olay durumlarının) karşılıklılığıdır (bağıntısıdır) (O. A.)” der. Ve, anlaşılması daha da güç bir anlatım ile sürdürür: “Bu da, günümüzün sığ ruhbiliminde tasarlandığı gibi, ruh (özne, ben v.b.) diye bir şeyin olmadığını gösterir (düşünen, tasarımlayan özne yoktur O. A.). Çünkü, karmaşık bir ruh, ruh değildir artık (olay durumudur)”.
Bu anlaşılması zor anlatımları yorumlamamda Brian McGuinness’den büyük ölçüde yardım aldım.
Wittgenstein’ın “A p’yi söylüyor”u “ `p´ p’yi söylüyor” (İngilizcesi sözcüğü sözcüğüne çevrildiğinde “`p´ söylüyor p“) biçiminde yazdığında, tırnak içinde gösterilen p’nin bir önermeyi gösterdiğini (bu A simgesi yerine kullanılmıştır, çünkü söyleyen özne yoktur, bir önerme ile anlatılabilen olay durumu vardır) ve tırnaksız p’nin ise olay durumunun söylediği önermeyi simgelediğini, bana, Brian McGuinness (Wittgenstein uzmanı İngiliz felsefeci) göstermiştir.
Böyle olduğunda, “A p’yi söylüyor” önermesindeki, bir kişiyi gösteren “A” simgesi yerine, Wittgenstein’ın çözümlemesinde, bir önermenin simgesi geçirilmesi ile “A” kişisi, Hume anlayışında, bir düşünü dizisine (yargıya) indirgenmektedir. (“A” bir kişinin simgesidir. Oysa, “p” bir önermenin simgesidir.)
Kişiyi, “ben”i düşünceye indirgeyen bir “ben” kuramını sürdüren en saldırgan girişim William James’den gelmiştir. Benim, The Origins of Pragmatism (Yararcılığın Kökenleri) başlıklı betiğimde, epeyi önce (1968), ortaya koyduğum nedenlerden dolayı, anılan kişinin başarılı olduğunu sanmıyorum. Asıl karşı çıkışım, bilinçte oluşan boşluklar sırasında kişisel kimliğin kesintisiz sürdürülüyor olması konusunda bir yargıda bulunmamasınaydı.
Karşı çıkışım, William James’in kuramı türünden yaklaşımların, bedensel sürekliliği dikkate alan bir desteğe gereksinmesi olduğunu, göstermektedir. Wittgenstein için ise, önermelerin, yalnızca, böylece güçlendirilmiş bir dizide (birbirini izleyen çalışmada) ortaya çıkan örneklerin, onun simgelerinin anlamları olarak onaylanması yolunu açar.
Ne yazık ki, Wittgenstein, “ `p´ p’yi söylüyor” biçimindeki önermelerin, Tractatus’da ortaya koyduğu, gösterme kuramı çizelgesi (önermelerin doğruluk işlevleri çizelgesi) içine yerleştirilmesi konusunu, belirsiz bırakmıştır.
Tractatus’da, Wittgenstein, ruh, özne, v.b. diye adlandırılan şeylerin, genel olarak günümüz ruhbiliminde açıklandığı gibi olmadığını söyledikten hemen sonra, bu düşüncesini, ruhun bileşik (composite) olamayacağı anlatımı ile sürdürdüğünde, belki de, James’ci türden kuramları onaylamadığını bildirmektedir.
Ya da, betiğin daha sonraki bir bölümünü, büyük olasılık ile, 5.6 önermesi ile başlayan bölümünü, “dilimin sınırları, dünyamın sınırları anlamına gelir” ile başlayıp, 5.641 önermesi ile biten bölümünü beklemektedir: “Felsefede ben konusunda ruhbilimsel olmayan bir yoldan konuşmanın gerçekten bir anlamı vardır. Beni felsefeye sokan şey `dünyanın benim dünyam´ olmasıdır. Felsefesel ben, insan değildir; insan bedeni veya ruhbilimin uğraştığı insan ruhu değildir; fizikötesel öznedir o; dünyanın, bir parçası değil, sınırıdır.”
Wittgenstein’ın, ünlü, anlatımları izler, bunu: “Benin varolduğu bilinen her şey olduğu görüşünü taşıyanın (tekbencinin) çıkarımı çok doğrudur: Ancak, bunun doğru olduğu anlamlı olarak söylenemez, ama, kendini gösterir”, “düşünüleri aklında bulunduran ya da düşünen özne olan bir şey yoktur (düşünen tasarımlayan özne yoktur. O. A.)”, “görme alanındaki hiçbir şey, görme alanının bir göz tarafından görüldüğünü çıkarsamanıza izin vermez ” ve, “‘benin varolduğu bilinen her şey olduğu görüşünün (tekbenciliğin), sonuçları titizlik ile izlendiğinde, arıgerçekçilik ile aynı olduğu görülür. Tekbenciliğin beni, boyutsuz bir noktaya büzülür ve geriye, onun ile eşitlenmiş olan gerçeklik kalır”.
Bütün bu anlatımlardan, Wittgenstein'ın, bu düşünüleri, Schopenhauer'dan, aynı sözcükler ile giydirme ölçüsünde, kalıtım (Alman Felsefesi) yolu ile edindiği, Schopenhauer'ın ise bu fizikötesel beni, yani, “transcendental ego (aşkın ben)” kavramını Kant'dan aldığı, açıkca görülüyor.
Ne yazık ki, Wittgenstein’ın gizemli sözlerinin kaynağını göstermek, bunları açıklamak için yeterli değildir. Ve bu sözleri söyleyenin yetkeli (otorite) olması, onların doğruluğuna güvenmemizi sağlayamaz.
Yetkelilik, Wittgenstein’ın tersi yaklaşımda da doğruluğun güvencesi olmuyor. William James'in, anlayabildiği kadarı ile, “aşkıncılık yalnızca çekingen büyüyen bir özcülük ve ben ruhun yalnızca `ucuz ve kötü´ bir kopyasıdır. `Ruh´ yerine `düşünce´yi yeğlememizin tek nedeni, ruhun, insan bedenine sığacak kadar küçüldüğünde hatırı sayılır düzeyde güç ile uygulanmasıdır. (…) Daha yalın söylersek ben hiçbir şeydir (Wittgenstein: Ben her şeydir): Felsefenin gösterebileceği gibi yararsız ve sözü uzatan bir düşüktür. ” “Ruhbilimin İlkeleri”
Yukardaki bent ile William James'e yakın durduğum gerçeğini gizlemeye çalışmıyorum, ama, bulunduğum konum, Wittgenstein'ın söylediklerinin bağıntılarını (öncüllerini) bulgulamaya çalışma çabamda beni yanlı davrandırmaz.
Wittgenstein’ın “düşünce (ben/ ruh) her şeydir” sözlerini, Kant’ın “kavramsız (düşüncesiz) görüler (duyum) hiçbir şey görmez” özdeyişi ile bağıntıladığımızda, Kant’ın içgörüsü, bence, en aydınlatıcı kavramdır.
Başka bir deyiş ile, dünyanın görünümlerinin hepsi bir veya birden çok kavramsal dizge aracılığıyla verilir ve dünyanın bana verildiği kavramsal dizgenin benim olması ise mantıksal olarak kaçınılmazdır.
Yalnızca bu değil (“dünyanın bana verildiği kavramsal dizgenin benim olması” gibi), bir süre sonra, inançlarımı doğrulayan veya geçersiz kılan deneyimlerin, kendi (kavramsal) yorumlama dizgeme uyan, benim kendi deneyimlerim olması da kaçınılmazdır. İşte bu anlamda (kendi kavramlar dizgeme uyan, benim kendi deneyimlerim olması anlamında) dünya benim dünyamdır ve kavramlar dizgemin dile getirilmesi (dil ile giydirilmesi) ölçüsünde, dilimin sınırlarının dünyamın sınırlarını anlatması gerçekleşir.
Ama, dünyanın benim dünyam olduğu anlatımı, dünyanın başka insanları da içerdiğini veya başka insanların kavramsal dizgelerinin benimki ile tutarlı olabileceğini, yadsımaz. Bir kişinin başkalarını da (kendisi gibi) bilinçli saymasının, bunların bilinçliliğinin doğrulanmasının, ve özellik ile, kişinin kendi deneyimlerine benzer deneyimler için başkalarına güvenmesinin, ortaya çıkardığı bir felsefesel sorun, gerçekten, vardır. Wittgenstein’da süregiden sorunlardan biri olan, bu, başkalarının bilinci sorununa geri döneceğim. Şimdilik, tekbenciliğin bunun çözümü olmadığını söylemek ile yetiniyorum.
Ben dünyada tek bilinçli varlık olduğum yargısını veriyorum (yargı vermek bilinçlilik demektir) ve buna inanmıyorum. Başka birisi tek bilinçli varlığın kendisi olduğunu savladığı bir anlatımda bulunur ise (savlamada bulunmak bilinçlilik demektir), o durumda ben, kendi tanımamdan onun yanıldığını anlarım. Burada, felsefecileri bir tür genelleştirilmiş tekbencilik inandırıyor, ama, daha sonra, bunun tutarsız/ bağdaşmaz/ çatışkılı olduğunu göstereceğim.
Benim dünyam yalnızca başkalarının benlerini ve bedenlerini değil, aynı zamanda, benim benimi (kendi benim dünyamın dışında olamaz), bedenimi ve bedenimin devinimlerini, düşüncelerimi, duygularımı ve duyumlarımı da içerir. Ben, benim dünyamda, benim kendi deneyimlerim konusunda tek yetkeli olmamın dışında, ayrıcalıklı bir konumda bulunmuyorum. Dünyamın, ben doğmadan önce, yıllarca varolduğuna ve onun, ben öldükten sonra da, yıllarca varlığını sürdüreceğine inanıyorum.
Tek bir özne (ben, ruh v.b.) olduğunu yadsımak amacı ile söylenmediğinde, “düşünen veya düşünüler ile işlem yapan özne diye bir şey yoktur (düşünen, tasarımlayan özne, yoktur. O. A,)” anlatımı sözcüğün tam anlamı ile yanlıştır. Benim de onlardan biri olduğum, anlatımda sözü geçen şeyleri yapan, çok sayıda özne (ben, ruh v.b.) vardır.
Wittgenstein'ın ben ve dünya bağıntısı (ben dünya içinde değil, sınırındadır), Schopenhauer’in göz ile görsel alan bağıntısı ile benzeşir (göz görsel alan içinde değidir). Schopenhauer’in bu görüşünü, geçerli sayıp, benimsemesinden Wittgenstein’ın bu yanlışlığa (fizikötesel ben görüşüne) düştüğünü sanıyorum.
Benim dünyamın, görsel alanımın, onu, bir örgenlik ile görülebilecek bir biçimde oluşturacak, kendi dışında bir bene gereksinmesi olduğu doğru değildir.
Dünyaya getirdiğim (uzayzamansal) kavramsal çizelge, dil ile, bana, dünyada verilmiştir ve bazı yeni bilimsel bulguların sonucunda onu değiştirirsem eğer, bu da, gene, bir uzayzamansal olay olacaktır. Kendi dışında bir ben aramak, bir kişinin kendi benini yakalamaya çalışmasında başarılı olamaması nedeni ile de değildir. Ryle’ın, “avlanan avcıdır” sözü, bunun başarılabileceği bildirimini verir.
Bir düşüncenin başka bir düşünce üzerine yansıması ve bu eylemin, her durumda, kuramda, belirsiz sayıda evreden geçebilmesi olgusu, bizim, her gün ayırtına vardığımız deneysel benin “ötesinde” herhangi bir şeyi koyut olarak almamız için (doğru öncül olarak onaylamamız için) bize güvence vermez. Peki böyle ise, tekbencilik arıgerçekçilik (Wittgenstein’ın gerçekçiliği) ile, bazı noktalarda, kesişebilir mi?
Tekbenciliğin arıgerçekçilik ile kesiştiği nokta, “tekbencinin beni”nin büzüldüğü boyutsuz olan nokta ise, Wittgenstein’ın da beni bu anlamda almış olması gerekir, bu durumda, gerçekten, James’in başından beri yakaladığı gibi, bu ben hiçbir şeye büzülmüştür ve hiçbir şey olduğundan hiçbir işlevi yoktur.
Fazlaca ortadan kaldırılan (hiçleştirilen) ve gizlenmiş olarak, hiçbir şey söylenemeyen bir imparatorluk (felsefe imparatorluğu) gizli görevlisi gibi, yeniden güçlendirilen, aynı anda çok fazla etkisi olan ve birçok görevi bulunan, bu kendini beğenmiş şeyi (aşkın beni), yeniden, öne sürme hokkabazlığına kanmayız.
Daha önce, Wittgenstein'ın onayladığı felsefede (hem gerçeklikte bulunmayan şeylerden söz eden, hem de gerçekliği dile getiren önermelerin) ikisinin birlikte olamayacağını söylemiştim. Onun önermelerinin hem doğru, hem de anlamsız olması (bir olay durumu karşılığının bulunmaması) olanaklı değildir. Russell, Tractatus’a yazdığı önsözde ve F. P. Ramsey de son yazılarından birinde bu durumu açıklamıştır.
Ramsey bu yazısında "Felsefe" diyor, "bir işe yaramalı; düşüncelerimizi ve dolayısı ile eylemlerimizi aydınlatmalı ya da bir düzeni/ yapıyı sağlamamıza ve bir şeyin öyle olduğunu anlamak için soruşturma yapmamıza olanak tanımalı; ama, felsefenin birincil önermesi, felsefenin anlamının olmadığını söylüyor. Ve öyle olduğunda da bu anlamsızlığı soruşturmalıyız. Wittgenstein'ın yaptığı gibi, önemli bir anlamsızlıkmış gibi davranmamalıyız” Ramsey'in “ama, söyleyemediğimiz şeyi yapamayız ve ıslık da çalamayız“, ünlü nükteli sözü, yaygın olarak sanıldığı gibi, doğrudan Wittgenstein'a yönelik değildi, ama, genel önermelerin sonsuz bileşmeler olarak ele alınması gerektiği üzerine bir yorumdu ve bunun sonucunda, “simgesel gücümüzün yetmemesi nedeni ile anlatamayacağımız bir bileşmeler kuramı”na zorlanmamızın bir eleştirisiydi.
Ama, gene de, Wittgenstein, genelliğin yalnızca ilksel önermeler aşamasında ortaya çıktığı görüşü ile, genel önermelerin, kesinlik ile haksız bir biçimde, “verili” (çıkarım ile elde edilmemiş) olduğunu varsayarak, bu özel eleştirinin hedefini oluşturuyor gibi görünmektedir.
Wittgenstein’ın, yaşamı boyunca, felsefecilerin kolayca anlamsız anlatımlara sürüklendiğini gördüğünden, felsefenin birincil işlevinin, kendisinin düşündüğü ve uyguladığı gibi, onların yakalandığı bu, dilsel tuzakları çözümleyerek ortadan kaldırmak olduğuna inandığını yadsımak olanaklı değildir. Ama, felsefeye biçtiği anlamsız anlatımları ortadan kaldırma işlevi, Wittgenstein’ın kendisini, bu amaç doğrultusunda dile getirdiği kendi anlatımlarının da anlamsız olduğunu onaylamak zorunda bırakmadı ve daha sonraki çalışmalarında da bunların anlamsız olduğunu ileri sürdüğü bir anlatım anımsamıyorum.
Tractatus söz konusu olduğunda ise, Wittgenstein’ın, içeriği anlamdan yoksun olduğundan, onun görevden alınması (çıktıktan sonra merdivenin atılması) isteği ile orada geçen önermelerin (kesin) doğru olduğu savlaması (önsözdeki sav) arasında bir seçim yapmak durumundayız; bu durumda ben onların doğru (o durumda anlamlı olmaları gerekir) olduğunu düşündüğüne inanmayı yeğliyorum.
Bu söylediklerim ile birlikte, ortalama bir dikkate alma sonucunda, Tractatus'un görüşünün/ hedeflemesinin, Viyana Çevresi üyeleri ve ondan güçlü bir şekilde etkilenen, benim de içlerinden biri olduğum, (o zamanın) genç İngiliz felsefecilerince yanlış anlaşıldığı, böylece, aydınlatılmış olmaktadır.
(İçindeki önermelerin doğru olması ile) Wittgenstein’ın gerçek olduğunu düşündüklerinin karşılığı olan Tractatus, onun, dilinin sınırının ötesindeki şeyler konusundaki kestirimlerini gösterdiğinden (yani, anlamlı olduğu için) Ramsey’in bu çalışma için kullandığı, "önemli anlamsız" alaylı anlatımını onaylamıyoruz.
Wittgenstein’ın, (felsefesel) fizikötesini önemsiz bulduğunu (onu dışladığını) daha önce onaylamamız ile birlikte, şimdiye dek, (felsefesel) fizikötesini, (6.41...) yaşamın (dünyanın) anlamını (dünyanın anlamı dışındadır) ve ahlaksal, güzelduyusal değer yargıları da içinde olmak üzere, “gizemli olan” dediği ile aynı sayması ölçüsünde, Wittgenstein’ın tavrını, (felsefesel) fizikötesine yönelik eleştirileri, anlama yetisini, dinsel inancın isterleri doğrultusunda, sınırlandırmaya çalışan Kant'ınkine benzer kılmaktadır.
Dünyanın anlamının bu getirisi, Paul Engelmann'ın “Letters from Ludwig Wittgenstein (Wittgenstein’dan Mektuplar)”ında alıntıladığı ve Bryan Magee'nin, Wittgenstein’ın Schopenhauer'a olan borcunu açıklarken, yeniden aktardığı mektupta, vurgulanarak kendini gösteriyor. Yukarda sözü edilen mektubunda Wittgenstein, “çalışmam, Tractatus’da sunulanlar ve bütün yazmadıklarım olmak üzere iki bölümden oluşur. Ve, özellik ile ikinci bölüm önemlidir (olgusal olanlar). İçerden ahlaksal yuvarın (doğru davranışların) sınırlarını çizen çalışmamın, bunu yapmanın özenli BİRİCİK yolu olduğu sonucuna vardım. Kısacası, günümüzde pek çok başkasının yalnızca anlamsız konuştuğu bir alanda (dünya konusunda), susarak, (Tractatus’da olgusal hiçbir önerme geçmez) betiğimde her şeyin, sağlam bir biçimde, sınıfını belirlediğime inanıyorum” diye yazmıştır.
Tractatus'da, gerçekten de, bu sınıflamanın belirtilerini izliyoruz: “Uzayzamandaki yaşamın gizeminin çözümü uzayzamanın dışında bulunur” veya “dünyada neler olduğu, yüce olanın, hiç umurunda değildir. Tanrı kendisini dünyada açığa vurmaz”, “olanaklı bütün bilimsel sorular yanıtlandığında bile, yaşam (gizemi) üzerine soruların hepsi yanıtlanmadan kalacaktır. Ve böylece geriye (dünya konusunda) hiçbir soru kalmadığında yanıta ulaşılmıştır”, belki de, önsözde, Wittgenstein, betiğinin, ele aldığı, tüm sorunları sonunda çözdüğünü savladıktan sonraki şu anlatımda izlenir: “Bu çalışmanın değerinin içerdiği ikinci şey, bu sorunlar çözüldüğünde ne kadar az şey başarıldığını göstermesidir”.
Bu düşünüler, Viyana Çevresi’nin en kararlı sürdürücüsü olan Otto Neurath'da da görülür. Otto Neurath Wittgenstein'ın Tractatus’daki son önermesi “(anlamlı) konuşamayan birisi sessiz kalmalı” konusunda “insan gerçekten sessiz olmalı, ama, herhangi bir şey konusunda değil.” demiştir.
Neurath’a yakın konumda bulunduğumu, burada, açığa vuruyorum. Bu, gizemsel deneyimlerin oluşumunu veya hoşlananlarının onları üstün değerde bulma haklarını, yadsımak anlamına gelmez. Benim onaylamak istemediğim, (gizemsel şeyler ile bağıntısı olanların) "yüce" bir şeyin varlığını ortaya koyduklarını veya "yaşam konusundaki sorulara" bilimin ulaşamayacağı bir yanıt sağladıklarını ima etmeleridir.
Ben, Tractatus'un ve, daha da çok, Viyana Çevresi’nin etkisi altında bulunduğum dönemde, Dil, Doğruluk ve Mantık'da ileri sürdüğüm “duygusal” ahlak kuramı bugün de benim için çekicidir. Duygusal ahlak kuramı, ahlaksal açıklamaları olgu anlatımları alanından, bütünü ile, dışlamaktadır. Bunun ile birlikte, ahlaksal ve güzelduyusal olanların, ölmüş “gizemseller” ile birlikte gömülmesinden de yana değilim. Duygusal ahlak kuramı, aynı zamanda, (ahlaksal kavramların) anlamını da açıklamaya çalışır. Bu, Viyana Çevresi olguculuğu ile uyum sağlayabilecek tek (ahlaksal) kuram türü de değildi. Viyana Çevresi’nin önderi Moritz Schlick, “Ahlak Sorunları (1939)” başlığını taşıyan betiğinde, bu sorunları, insan isteklerinin doğasına ve bunların doyurulma yollarına bağlı, bütünü ile doğalcı bir yaklaşım ile, incelemiştir.
Bu bağlamda, Wittgenstein'ın Cambridge'deki bir topluluğa, 1929 sonbaharında ya da 1930 yılı içinde verdiği (tam tarihi belirli değil) "Ahlak" üzerine bir konuşmayı (Wittgenstein’ın tek halka açık konuşması) belirtmeliyiz. Bu konuşmanın elyazısı metni korunmuş ve Ocak 1965'te “Philosophical Review (Cornell Üniversitesi yayını, cilt LXXXIV 1. Sayı)” dergisinde yayınlanmıştır. Bu konuşmada, Wittgenstein, önceden yerleştirilmiş davranış ölçütlerinin yerine getirilmesindeki başarı veya başarısızlığı değerlendirmek için “iyi” veya “kötü” gibi, gerçekte, en yaygın kullanılan sözcüklerin ya da yerleşik davranış ölçütlerinin bazılarına ulaşmanın yöntemi için kullanılan “düzgün (ahlaksal doğru)” veya “hatalı (ahlaksal yanlış)” sözcüklerinin üzerinde durmayıp, söylemek istediğini açıklamaya çalışmak için, hemen, “saltık iyi” veya “saltık değer” gibi (olgusal olmayan) kavramlara geçer.
Ve bu noktada dinleyicilerinin dikkatini üç tür deneyime çekmekten fazlasını yapamayacağını düşünüyor Wittgenstein, ilki, kendisinin, insanların dünyayı Tanrı'nın yarattığını söylediklerinde anlatmak istedikleri olduğuna inandığını söylediği, varolan herhangi bir şeye hayranlık duyma deneyimi, ikincisi, bazı kişilerin, Tanrı'nın ellerinde güvende olma diye tanımlayacağı, kendini, kesinlik ile, güvende duyumsama deneyimi, ve üçüncüsü de, Tanrı'nın onaylamadığı davranışlarımız olarak tanımlanabilecek, bazı davranışlarda bulunduğumuzda, kendimizi suçlu duyumsama deneyimidir. Dikkat edilir ise, bütün bu deneyim anlatımları dinsel tattadır. Böyle olmak ile birlikte, Wittgenstein, onları, Tanrı’nın varolduğu kanıtlamasının öncülleri olarak kullanmayıp, sonucu (Tanrı’nın varolduğu sonucunu) kendi önemli anlamsızlıklar (Tractatus) çantasına atmıştır.
Wittgenstein’ın konuşması şu tümceler ile sonuçlanıyor: "Benim bütün eğilimim ve inanıyorum ki, ahlak veya din konusunda konuşmaya çalışan, bütün insanların eğilimi dilin sınırları ile yarışmaya çalışmaktır. Oysa, kafesimizin çeperini geçmek kesin ve saltık olarak olanaksızdır. Yaşamın sonsal anlamı, saltık iyi ve saltık değerli konusunda bir şeyler söyleme isteğinden kaynaklandığı sürece, ahlak, bilimsel olamaz. Ahlaksal söylemler hiçbir durumda bilgimize katkı sağlamaz. Ama, ahlak, insan anlığındaki bir eğilimin belgesidir, kişisel olarak, buna derinden saygı duymaktan kendimi alamıyorum. Ve benim, ahlakı (sözel olarak) gözden düşürerek, yaşamı (olguyu) değiştirmem olanaklı değildir.”
İlginç olan, Wittgenstein'ın, saltık değerler anlayışına ışık tutmak için başvurduğu deneyimlerden, herhangi bir ahlaksal kurallar dizisi çıkarmamasıdır. Bunlar (sözü geçen iç deneyimler) yaşamdaki davranışlara kılavuzluk etmez. Ama, onun çok katı (esnek olmayan) bir ahlaksal tavır sürdürdüğünü, kendi davranışları da içinde olmak üzere, insanların davranışları konusundaki yargılarının, çokluk, acımasız olduğunu doğrulayacak pek çok tanıklık var. Bildiğim kadarı ile, kendisi, davranışlarını hiçbir felsefesel kuram ile uyumlu duruma getirmeye çalışmadı.
Açıklamalarım, çokluk, eleştiriciydi ve bu betikte, Wittgenstein'ın kendisinin Tractatus’un ilksel (temeller) anlayışını yadsıma noktasına kadar geldiğini göreceğiz. Böyle olmak ile birlikte, Tractatus’un felsefe tarihinde önemli bir yeri vardır. Gerçekliği dile getirmesi karşı çıkılamaz olmayabilir, ama, biraz da yanlış anlaşılmasından, onun çok büyük etkisi olmuştur. Her şeye karşın, yirminci yüzyılın çalışmaları arasında, güzelliği ve güçlülüğü ile, bugün de dikkate alınmayı sürdürmektedir.